Solak Ortaları ve Ateşli Silahlara Geçiş




SOLAK ORTALARI VE ATEŞLİ SİLAHLARA GEÇİŞ

Dr. Murat Özveri

Dr. Kahraman Şakül

Solak Ortaları Osmanlı ordusunda padişahın yakın korumalığını yapan 400 kişilik birlikti. Yeniçeri Ocağı’nın bir parçası olan Solak Ortaları, en seçkin okçulardan seçilen neferlerle oluşturulurdu. Okçuluk becerilerini sürdürmek için, başlarında tâlimhaneci olduğu halde her gün antrenman yapan solaklar, 18. yüzyılın ilk çeyreğine kadar yay ve ok kullanımını terk etmediler.

Padişahlar 16. yüzyıla kadar seferlerde ordunun başındaydılar. Duraklama Devri’nde de IV. Murad gibi savaşçı padişahlar geldi, ama ordunun başında savaş alanlarına çıkan sultanlar gitgide azaldı. Padişahın savaş meydanlarında olduğu zamanlarda düşmanın en önemli hedefi olduğu açıktır. Bir turist rehberinin bana anlattığına bakılırsa, Osmanlı’nın Macaristan seferlerinden birinde Kanuni’ye suikast yapmak için görevlendirilmiş bir kaç yüz kişilik seçkin bir şövalye birliği, sultanın etrafındaki etten duvarı delmeyi başarmış, ağır kayıplar sonrasında kalan bir kaç Macar şövalyesiyle sultan bizzat kılıç kılıca dövüşmüş! Ben söyleyenin yalancısıyım…

Hassas bir koruma görevi üstlenmiş olan Solaklar, minyatürlerden de kolayca anlaşılacağı gibi kısa kompozit yaylarla teçhiz edilmişlerdi. Kırım Tatarları’nın kullandığı, benzer yapıdaki daha uzun yaylar, Osmanlı ordusunun diğer birimlerinde kullanılmış olabilir. Kırım Tatar yaylarının İstanbul’da imal edildiğini gösteren belgelerin varlığı, bu tip yayların merkez orduda da kullanım alanı bulmuş olabileceğini düşündürmektedir. Kompozit yaylar, tipi ne olursa olsun yapımı uzun süren, pahalı silahlardır. Olağanüstü balistik özelliklerine rağmen, sıcaklık ve nemden etkilenmeleri gibi önemli bir zaafları vardır. Kurulduktan sonra düzeltimeleri gerekebilir ve bu düzeltme, basit bir âşinalıktan fazla bilgi ve beceri gerektirir. Sivil meraklıların, nispeten uzun çekişleriyle daha rahat kullanabilecekleri Kırım Tatar yaylarına rağbet ettikleri düşünülebilir, ama merkez orduda ve özellikle piyadede de Kırım Tatar yayları kullanılmış olmalıdır.

Solakların, 16. yüzyıldan sonra son halini alan tipik “Osmanlı yayları” kullandıkları açıktır. Asya yay ekolünün en gelişmiş yayı kabul edilen bu yaylar, zaman içinde gösterdiği değişimle, kendinden önceki yaylarından farklı olarak, daha hafif ve kısa okları büyük bir hızla atabilecek balistik özellikler kazanmıştır. Kırım Tatar yayları ve gelişim çizgisinde ondan önce yer alan Moğol, Doğu Türkistan, Avar, Hun vs. yayları, yapıları gereği daha uzun çekişlerle yüksek verimlere ulaşırlar. Oysa müzelerdeki Osmanlı oklarının en uzununun boyu ok başı hariç 72 cm’dir. Bu, Osmanlı yayının kısa çekişle kullanıldığı ve okun azami hızına ulaşmasına çilenin bu nispeten kısa “itiş yolu”nun yettiğini gösterir.

Kısa çekişlerle yeterli ok hızlarının –dolayısıyla kinetik enerjinin-  sağlanabilmesi, savaş ve av şartlarında büyük avantajlar sunar. Türk-Osmanlı tipi atlı sürek avlarında  ya da çatışma şartlarında, okun yaydan çıkmasında saniyeler, hattâ daha kısa süreler hayatî önem taşır. Daha az dinamik avlanma yöntemlerinde bile bu avantaj göz ardı edilemez. Bundan kısa süre önce Amerikalı bir avcı bana gönderdiği e-posta’da, Türk atış stilinin diğer Asya stillerine göre böyle bir avantajı olduğunu fark ettiğini söylemiş, tekniğin uygulanmasıyla ilgili sorular sormuştu. Çatışma şartları söz konusu olduğunda ise saniyeler çok daha önem kazanır.

Her şeyin göz açıp kapayana kadar cereyan ettiği muharebelerde, üst üste ve etkili biçimde ok atmak, hele padişahın korumasından sorumluysanız mutlaka gerekli olan bir beceridir. Solaklar günlük idmalarıyla bu beceriyi kazanıyor ve koruyorlardı, ama elbette kullandıkları silah ve atış teknikleri bu savaş stratejisinin değişmez parçalarıydı.

Asyalı milletlere has bir teknik olan başparmak atışı, yayın çilesini başparmakla çekip bırakmaya dayanır. Başparmağa; çekiş kolaylaştıran, parmağı koruyan ve atış hassasiyetini arttıran özel bir yüzük, “zehkîr” takılır. Çilenin bırakılmasıyla okun yılankâvî bir hareket yapması demek olan “okçu paradoksu”, zehkîr kullanımıyla en aza iner. Bu, okun yakın mesafedeki deliciliğini (darb etkisini) arttırır. Zehkîrle atış, başka bırakış metodlarına göre okun başlangıç hızını arttırdığı gibi, okun çok hızlı gezlenmesini (çileye yerleştirilmesi) sağlar. Böylece okçu yayını hızla besler. Eğitimli bir okçu okunu 2 saniye gibi bir sürede gezleyip atabilir. Solakların tirkeşlerini sırtlarında taşımaları da bununla ilgili olabilir. Çileyi çeken el ok bırakıldıktan sonra hafifçe geriye doğru sıçrar. Artık tirkeşteki oka uzanmak, elin kendiliğinden yaptığı bu hareketin devamı gibidir.

Böyle bir beceriyle kullanılan yay ve ok oldukça etkili bir silahtır. Ateşli silahların orduya girmesinden çok sonraya kadar Solak Ortaları’nın yay ve ok kullanması da bundandır. Osmanlı ordusu ateşli silahları bir çok Avrupa ve Orta Doğu ülkesinin ordularına göre çok önce kullanıma sokmuştur. Ancak yay ve oktan hemen vazgeçilmemiştir. Savaş sahnelerini tasvir eden bazı minyatürlerde; atının üzerinde, sadağına yerleştirilmiş yayı ve okla dolu tirkeşiyle resmedilen paşaların fitilli tüfek kullanan yeniçerileri komuta ettiği görülmektedir. Erken ateşli silahlar fitille ateşlenen yivsiz namlulu, ağır çakaralmazlardı. Bu ilkel ateşleme sistemi sebebiyle sıklıkla ateşleme hatası yaparlardı. Fitilin sürekli yanar durumda tutulması şarttı ve bu azıcık çiseleyen yağmurda bile azap halini alabiliyordu. Doldurulmaları uzun sürüyordu ve atış hassasiyetleri çok düşüktü. Yivsiz namludan çıkan yuvarlak mermi o kadar kararsız uçuyordu ki, nereye gideceği neredeyse şansa kalmıştı. Kanuni’nin İran’a düzenlediği seferlerden birinde, timarlı sipahilerin Sadrazam Rüstem Paşa’nın çadırının önünde toplaşıp,  at sırtında doldurup boşaltması bir hayli zor olan tüfekler yerine geleneksel silahları olan yay ve oka geri dönmek için ayaklandıkları kayıtlara geçmiştir.

Ateşli silahların gelişim çizgisinde bir sonraki basamak çakmaklı ateşleme sistemiydi. Leonardo Da Vinci’nin icad ettiği söylenen zemberekli ateşleme sistemi, daha sonra kullanılacak “çakmaklı” tüfekler gibi çakmak taşıyla ateşleme yapıyordu. Horoza yerleştirilen bir çakmaktaşı, horozun ateşleme tavasına düşürülmesiyle veya bir zemberek yayı vasıtasıyla kıvılcım çıkartıyor, bu kıvılcımla namlu gerisindeki bir hazneye konmuş olan ince barut ateşleniyor ve bunun namlunun dibindeki barutu ateşleyip misket mermiyi fırlatması bekleniyordu. Ateşleme hataları azalmıştı, ama bu sistem de çok iyi çalışmıyordu. Bu dönemde tabancalarda ateşlemeyi kolaylaştırmak için silahın yan çevrildiği, savaş sahnelerinin resmedildiği eski yağlıboya tablolarda görülmektedir. Ancak tüfeği bu şekilde çevirmek zordu. Ateşleme hatası yaşanmasa da silahın doldurulması yine yavaştı (hattâ at üzerinde bir tür işkence olmalıydı) ve yivsiz namludan atılan yuvarlak kurşunun istenen yere gitmesi yine düşük bir ihtimaldi.

Bütün bu yıllar içinde; yay ve ok üst üste atış yapabilme, isabet yüzdesi gibi özellikleriyle ateşli silahların fersah fersah önündeydi. Fitilli tüfeklerde bir dezavantaj olan yağmurlu havalardan kompozit yaylar da etkileniyordu, ama yayı etkisiz hale getirecek kadar şiddetli yağışlarda muhtemelen her türlü silahla savaşmak imkansızdı. Erken dönemde ateşli silahların ordulara girmesi, daha çok sürpriz faktörünün kullanılmasıyla ilgiliydi. Bol bol gürültü ve duman çıkaran bu silahlar, alışık olmayan düşmanda panik yaratıyordu.

Ancak bütün bu süreçte yay ve ok, öteden beri sahip olduğu tek zaaftan hâlâ muzdaripti. Ok atmayı öğrenmek ve bunda ustalaşmak zordu! Ateşli silahlar balistik özellikleriyle yayın önüne geçmeden önce tüfeğin yaygınlaşmasının en önemli sebebi, Avrupa’da ‘askeri devrim’ denilen süreçle ortaya çıkan top ateşine dayanıklı trace italienne kalelerin daha fazla sayıda piyade askerin istihdamını zorunlu kılmasıydı. Orduların asker sayısı arttıkça, acemilere kolay öğretilecek silah sistemlerine ve savaş stratejilerine geçiş kaçınılmaz hale gelmişti. Kaldı ki, yapımı ucuz ve ok-yay kadar ustalık gerektirmeyen, kullanımı ise bir kaç haftalık talimle öğrenilen ateşli silahların yapım ve dağıtımı o kadar yaygınlaşmıştı ki, Osmanlılar dahil tüm ülkelerde halk içerisinde ‘kendinden talimli’ tüfek kullanır bir zümre peydah olmuştu. Devletler büyük ordular kurup talim ve silah masrafına katlanmaktansa, savaş zamanı bu talimli ve kendi silahına sahip zümreleri ordu hizmetine almayı tercih eder olmuşlardı. Barış zamanı işsiz kalan bu zümre ya eşkıyalık yapmakta ya da yerel görevlilerin özel ordularında hizmet etmekteydiler. Bu durum artık tüm ülkelerin bir sosyal gerçekliği haline gelmişti ve devletin şiddet üzerindeki tekelini azaltarak taşrada yüzyıllar sürecek bir şiddet sarmalının doğmasına neden olmuştur. İşte yay kullanımı böyle bir süreçte askeri amaçlı olmaktan çıkıp sivil amaçlı bir hale doğru evrilmiştir. Öğrenmek ve öğretmek için yeterince zamanı olanlar bir hobi olarak küçük yaşlardan itibaren spor amaçlı talime başlarlardı.

Köroğlu’ nun “mertliği bozdu” dediği delikli demirin balistik üstünlüğüyle yay ve oku tahtından indirmesi, yivli namlunun icadıyla mümkün oldu. Yivsiz namlulu tüfekler yay ve okun o kadar gerisindeydiler ki, bırakın seçkin askerlerin elindeki mükemmel Türk yaylarını, basit ahşap yaylar bile isabetlilik ve atış hızı bakımından tüfeğe tercih edilebilecek durumdaydılar. Amerikan Özgürlük Savaşı’nda Benjamin Franklin’in yivsiz namlulu tek atışlı tüfeklerin İngiliz Uzun Yayı ile değiştirilmesini önerdiği bilinmektedir.

Yivli namlunun icadıyla bir şeyler değişmeye başladı. Yiv ve set, mermiye jiroskobik bir hareket veriyor, menzilini ve isabetliliğini ileri derecede arttırıyordu. Gelgelelim, Osmanlıların “şeşhane” dediği bu namlu tipi savaşlardan çok avlarda veya ordudaki “keskin nişancılar” tarafından kullanılıyordu; zira misketi dar namludan aşağıya itmek ‘kaval’ (yivsiz) namluya göre daha zordu ve savaş için uygun değildi. Belirtmek gerekir ki, bütün bu balistik kazanımlar başka bir icadın yardımıyla yaygınlaşabildi: kapsüllü ateşleme. Ağızdan dolma silah teknolojisinin son ürünü olan bu ateşleme sisteminde, tüfek yine namlu ağzından dolduruluyordu. Ancak namlu dibindeki barut, horozun çarptığı bir memeye takılan bakır kapsülün içindeki yanıcı eczayla ateşleniyordu. Ateşleme hataları en aza inmiş, ateşleme hızı çok artmıştı. Artan ateşleme hızı, merminin namlu içindeki yiv ve setlere oturarak dönme momenti kazanmasını sağlıyordu. Böylece mermi büyük bir hıza ulaşıyor, uçuş kararlılığı hiç olmadığı kadar artıyordu. Yine uçuş dinamiği bakımından ideal olmayan yuvarlak mermiler kullanılıyordu, üstelik yivli namluya bunları tıkıp dibe kadar itmek artık daha da zorlaşmıştı. Kısa süre sonra, aerodinamik açıdan küre şekilli mermilerden daha iyi olan füze biçimli mermi icat edildi. Ağızdan dolma tüfeğin etkili, hızlı ve kolay kullanılır bir silah olmasının önündeki tek engel, Minié adlı bir Fransız’ın kendi adıyla anılan mermiyi geliştirmesiyle aşıldı. Minié, tüfeğin namlu çapından biraz daha küçük çapta yapılan, arka kısmı paraşüt gibi içbükey olan füze şekilli bir çekirdekti. Çapı namlununkinden küçük olan mermi rahatlıkla namlu içine itilebiliyordu. Namlu dibindeki barutun yanmasıyla oluşan gazlar çekirdeğin arkasındaki içbükey yüzeye çarpıyor, çekirdeği genişleterek çapını arttırıyor, aynı zamanda onu ileri iterek yiv ve setlere oturtuyordu. Böylece, yivli namlunun doldurulmasındaki zorluk ortadan kalkmıştı.

Ok, arkası yeleklerle donanmış, usta ellerden atıldığında çok iyi uçuş kararlılığı sergileyen bir fırlatma silahıdır. Hızı ve menzili tüfek mermilerininki kadar yüksek olmasa da isabetlilik bakımından yivsiz tüfeklerin ilerisindedir. Nispeten düşük kinetik enerjisine rağmen, okun hedef üzerindeki tahribatı korkunçtur. Özellikle asepsinin bilinmediği, cerrahî tekniklerin gelişmediği ve antibiyotiklerin var olmadığı zamanlarda, hayatî bölgede olmayan bir ok yarası bile yaralının bir kaç gün içinde ölmesine ya da bir uzvunu kaybetmesine sebep olabilmekteydi. Osmanlı yayları, diğer bütün klasik yaylar gibi kullanması zor, ustalık gerektiren silahlardır; ancak yay ve okun askerî kullanımda olduğu bin yıllar boyunca bu açık profesyonel ordu tarafından kapatılmaktaydı. Sadece Türk ve diğer Orta Doğu ordularında değil, Avrupa askerî teşkilatlanmasında da okçular seçkin, iyi ücret alan ve devamlı idman yapan özel birlikler olmuşlardı.

…Ve sonunda “mertlik bozuldu”. Tüfek ok-yayı 16. yüzyıl ortalarından itibaren kullanım kolaylığı ve ucuzluğu ile muharebe alanlarında geçmiş, 19. yüzyılın ilk çeyreğiyle beraber iğneli mekanizmanın icadıyla da balistik alanında geride bırakmıştı. İnsanlar savaşların kitleselleştiği ve vatandaş ordularının kurulduğu bir devirde nihâyet hemcinsini öldürmek için daha etkin bir silah bulmuştu.

Solak Ortaları yay ve oku 18. yüzyılın ilk çeyreğine kadar kullandılar. En azından 15.000 yıldır insanlık tarihine damgasını vurmuş olan yay ve ok, 18. yüzyılda Osmanlı ordusunda son demlerini yaşıyordu. Ancak ihtimaldir ki, bazı birliklerde bir süre daha kullanılmıştır. İmparatorluk’un tebâsı ve müttefiki olan Kırım Tatarlarının 19. yüzyıl ortalarına kadar yay kullandıkları, Kırım’a yollanan silahları belgeleyen tarihî kayıtlardan anlaşılmaktadır.