Posted by Emre Metilli in on 17th 07 2020
OSMANLI’DA AV VE AVCILIK SANATI ÜZERİNE: TEŞKİLAT YAPISI, ORGANİZASYON VE YARDIMCI AV UNSURLARIHakan Kasapoğlu 12.03.1975, İstanbul doğumludur. Okul yıllarını ve mesleki eğitimini Bandırma’da tamamladıktan sonra uzun yıllar lojistik ve dalış sektöründe çalışmıştır. 2013 yılından beri Tirendâz Geleneksel Okçuluk Grubu üyesidir. Son birkaç yıldır Tirendâz çatısı altında “Osmanlı’da Avcılık” konulu seminerler vermiştir. Çocukluğundan bu yana ilgi duyduğu avcılığın yanı sıra kendisini derinden etkileyen alıcı (avcı) kuşlara olan ilgisini de bu çalışmada literatür ile harmanlayarak okuyucuya sunmaktadır. Güzel günlerde zevkle okumanız dileğiyle… Hakan KASAPOĞLU ÖZET Osmanlı’da av ve avcılık sanatının ele alındığı bu çalışmada; teşkilat yapısı, organizasyon ve yardımcı av unsurlarının neler olduğu literatür destekli bir şekilde ele alınmıştır. İlk olarak Osmanlı’da av ve avcılık konusunun ana kaynaklarının neler olduğuna değinilmiştir. Takip eden bölümlerde ise Osmanlı’dan önce avcılık teşkilatı ve Osmanlı’da av ve avcılık teşkilatı hakkında bilgiler verilmiştir. Ayrıca, Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan Hünernâme ile British Library (İngiltere Milli Kütüphanesi), Bibliotheque Nationale de France (Fransa Milli Kütüphanesi) ve Staatsbibliothek zu Berlin (Berlin Devlet Kütüphanesi) Türkçe Yazmalar Bölümü’nde bulunan yazma eserlerden elde edilen minyatürler yorumlanmaya çalışılmıştır. Son olarak Osmanlı’da av ve avcılık teşkilatının temel unsurlarının neler olduğu açıklanmıştır. Anahtar kelimeler: av, avcılık sanatı, teşkilat yapısı, av unsurları, Osmanlı 1. GİRİŞ Osmanlılarda pek çok müessesenin yapısına ve geleneklerin tatbikî konusuna kendileri ile çağdaş veya daha önce var olmuş Türk ve İslam devletlerinin ve toplumlarının etkisi tartışılmaz bir olgudur. Avcılık müessesesi ve av kültürü de; yapı, teşrifat, usuller ve pratik olarak bu mirasın bir devamı ve hatta daha gelişmiş bir nitelik arz etmektedir. Osmanlı’da av ve avcılık kültürünün özgün yönlerini anlamak için konu hakkında devralınan mirası da incelemek gerekir. Bu incelemeler ister kitap, ister tez, isterse makale türünde olsun, çalışma yöntemi ve terminoloji bakımından, soru -cevap eksenli ve geniş perspektifte hazırlanan uzun soluklu incelemeler olmalıdır. Bu çalışma da ise, başlığında belirtildiği üzere, Osmanlı’da av ve avcılık sanatına çok geniş bir perspektiften değil, başlık içerisinde belirtilen olgular üzerinden mevcut ve ulaşılabilen literatürden derlenmiştir. 2008 yılından beri Dr. Murat Özveri öncülüğünde faaliyetlerine devam eden İstanbul Tirendâz Geleneksel Türk Okçuluğu Grubu’nun kültür programı çerçevesinde verdiğim; “Osmanlı’da Avcılık” başlıklı seminerimin, sistematik ve planlı olarak yazıya dökülmüş halidir. Bu çalışmanın hazırlanmasında müracaat edilen bilgi kaynakları her ne kadar bilimsel kaynaklar olsa da, bu çalışma ile ileri derecede bir bilimsel görüş ortaya atmak gibi bir iddia söz konusu değildir. Bu minval üzere bu araştırma, konu başlıkları hakkında yapılmış farklı akademik çalışmalar ve anonim bilgilerden oluşan bir derleme vasfındadır. Çalışmanın başlığında bir tarih belirtilmemesine rağmen, bu çalışmanın zaman dilimi; faydalanılan kaynaklar açısından XV. yüzyıldan XVII. yüzyılın sonları (Sultan IV. Mehmed’in tahttan indirilişine kadar) arasındadır. Çalışmanın kapsamında karada icra edilen av organizasyonları ele alınmıştır. 2. OSMANLI’DA AV VE AVCILIK KONUSUNUN ANA KAYNAKLARI Osmanlılarda av ve avcılık üzerine ana kaynaklar üzerinde araştırma yapmak açısından zorluk yaşanmamaktadır. Çünkü söz konusu ana kaynakların neredeyse tamamı – özgün veya tercüme olsun –Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınmıştır. Bu bağlamda, ulusal ve uluslararası kütüphanelerin yazmalar bölümünde yer alan Osmanlı Türkçesi, Arapça ve Farsça dillerinde kaleme alınan özgün veya tercüme edilmiş “Saydnâme” ve “Şikârnâme”, türünde eserler doğrudan avcılığın teknik yönleri üzerine bilgi veren eserlerdir. “Parsnâme” ve “Bâznâme” türünde eserler ise sürek ve kuş avlarında yardımcı unsur olarak kullanılan yırtıcı hayvanların; yakalanmaları, beslenmeleri, eğitilmeleri, hastalık halinde tedavileri ve avlarda nasıl kullanıldıkları hakkında bilgiler veren eserlerdir. Avcılık, çalışmanın söz konusu olduğu zaman dilimlerinde yaşayan ve eserler kaleme alan edebiyatçılar ve tarihçilerce liderlerin, hünerlerini ortaya çıkarabileceği ve rüştlerini ispatlayacağı bir olgu olarak algılanır. Bir liderin avcılığı ne kadar iyi ise, kendisinin ve mensubu olduğu hanedanın hayatının anlatıldığı eserlerde, hanedanın da prestiji açısından hünerli ve kabiliyetli oluşundan bahsedilir. Sultanların avcılıktaki kabiliyetleri, tümüyle avcılıkla ilgili olmayan “Şehnâme”, “Selîmnâme”, “Süleymânnâme” ve “Hünernâme” gibi eserlerde minyatürlerle desteklenerek anlatılır. Bu minyatürler, nakkaşın perspektifinden ve bilgi kültüründen hareketle avların nasıl icra edildiğine dair görseller üzerinden bilgi sağlar ve olguların yorumlanması imkânını sunar. Bu çalışmada da kullanılan minyatürlere ait yorumlar paylaşılmıştır. Erken Osmanlı dönemlerine dair elimizdeki ana kaynaklar sınırlı olsa da XVI. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle (XIX. yüzyılın bir kısmı için de bilgiler sunmak kaydıyla) ile av teşkilatının kurumsal yapısı, işleyişi ve bir av seferinin süresi ile masrafı hakkında önemli bilgiler elde edebilecek Osmanlı arşiv kayıtları farklı ufuklar açar. Saydnâme, şikârnâme ve diğer yazma türünde eserlerde bazen her türlü bilgi bulunamaz. Bu durumda Osmanlı kayıt tutuculuğunun belgeciliği ve defteroloji sistemi yol göstericidir. Av ve avcılık teşkilatında yer alan görevliler, bu görevlilerin statüleri, mansıpları (yüksek makamları) ve hatta kimi defterlerde kim oldukları hakkında bilgi veren “Mufassal Defterler”, “Muhasebe Defterleri”, “Av Masraf Defterleri” gibi defterler vardır. Avcılık teşkilatına dair tutulmuş ve kurumsal yapı hakkında bilgi sunan bu defterler ve konu hakkında kayda alınan çeşitli türde belgeler son derece önemli ana kaynaklardır. 3. OSMANLILAR ÖNCESİNDE AVCILIK TEŞKİLÂTI Bu bölümde avcılık teşkilatı genel olarak teşkilatta görev yapan genel personel üzerinden hareketle değerlendirilecektir. Osmanlılar döneminde kurumun aldığı vaziyet ise farklı alt başlıklarla ilgili olan bölümlerde incelenecektir. Osmanlıların av ve avcılık teşkilatının, kendilerinden önce kurulan Türk ve İslam devletlerinin ve toplumlarının, teşkilat ve geleneklerinden etkilendiği daha önce belirtilmişti. Bu bölümde ise Osmanlıların av ve avcılık teşkilatı konusunda miraslarını devralıp yürüttüğünü bildiğimiz Selçuklu av ve avcılık teşkilatına kısmen değinilecektir. Selçuklularda, sultanların, şehzadelerin ve devlet adamlarının avcılığa yoğun ilgi gösterdiği bilinir. Tabi ki bu ilgi sıradan bir avcılık planlaması değildi. Av seferleri son derece sistematik bir organizasyon olarak icra edilirdi. Avlak yerinin belirlenmesi ve diğer tüm hazırlıkların yapılması işi Büyük Selçuklularda “emîr-i şikâr” (“Bâzdâr” unvanı da kullanılırdı); denilen üst düzey görevlinin vazifesiydi. Anadolu Selçukluları’nda ise aynı vazifeyi “emîr-i şikâr” unvanı verilen görevli icra ederdi. Harzemşahlarda da aynı unvanları kullanan görevliler bulunmaktaydı[1]. Emîr-i şikârların yaptıkları hazırlıklar geniş çaplı planlamalar şeklinde olduğunda, maiyetlerinden daha büyük bir ekiple çalışırlardı. Bir av seferinin düzenli bir şekilde yürümesi/yürütülmesi, hazırlıkların yapılması ve sahada uygulanması için ihtiyaç duyulan ve kendilerine “av halkı” ismi verilen yardımcı görevliler de bulunmaktaydı. Av halkı avlarda kullanılacak av kuşlarının ve köpeklerinin bakımı ve eğitimlerinden sorumlulardı. Pars, tazı, zağar, kartal, çakır, atmaca gibi hayvanlar av halkı tarafından avlarda yardımcı unsur olarak kullanılmak için eğitilen hayvanlardı. Emîr-i şikârlar, sultanlara çok yakın ve mühim bir konumda bulunan insanlardı. Bu yakınlık kendilerinin devlet kompartımanlarında daha yüksek mevkilere gelmelerinde etkiliydi ki; Saadeddin Köpek, bu konuda iyi bir örnektir. Saadeddin Köpek’e emîr olarak hitap edilmesinin sebebi, kendisinin vezirlik görevinden evvel, emîr-i şikârlık görevinde bulunmuş olmasıdır[2]. 4. OSMANLI AVCILIK TEŞKİLATI VE AV ORGANİZASYONLARI 4.1. Avcılık Teşkilatı Erken dönem Osmanlı tarih anlatıları, avcılık teşkilatı ve av seferleri hakkında bizi ne kadar geriye götürebilir? Kaynakların sayıca az olması ve her konuda bilgi verebilecek mahiyette bulunmaması, Osmanlı av seferlerinin teşkilatlı bir biçimde en erken hangi tarihlere kadar sistematik bir şekilde icra edildiğine dair güçlü kanıtlar sunmamaktadır. Ancak net olmamakla birlikte üzerinde tartışılan bir olgu vardır: Orhan Gâzî’nin oğlu Süleyman Paşa’nın ölümü! Kimi tarihçilerce Süleyman Paşa, 1357-1358 yılları arasında Bizanslılar ile giriştiği bir çarpışmada şehit düşmüştür. Kimi tarihçilere göre suikasta kurban gitmiştir. Ölümü hakkında ağır basan görüş ise (farklı şekillerde anlatılsa da) Bolayır –Seyitgazi arasında avlanırken bir kaza sonucu öldüğüdür. Olay değişik şekillerde anlatılmaktadır. Atının ayağının bir çukura girip tökezlemesi sonucu düştüğü; elindeki doğanı havadaki bir kaza salmak isterken ya da bir geyik yahut domuz avı peşinde koşarken, yere kapaklanan atının altında kalarak öldüğü gibi varyasyonlardan bahsedilmektedir[3]. Rumeli’de önemli fetihler gerçekleştirilen bir dönemde bu trajik olayda önemli olan olgu, üç anlatımda da sözü edilen olayın av sırasında meydana gelmiş olduğudur. Bu olay, XVI, XVII ve XVIII. yüzyıllarda olduğu gibi geniş kapsamlı sistematik bir av seferi düzenlendiği konusunda net bilgi vermese de ilk Osmanlıların yardımcı unsurlarla (yırtıcı hayvanlar) av seferi düzenlediklerine dair ipuçları da sunmaktadır. İslam öncesi devirlerden beri Türklerin sürek avı yaptıklarını, çeşitli kuşları da avlarda kullandıkları bilinir. Kazaya dair üç farklı anlatıda Süleyman Paşa; at sürerken, doğan salarken ve sürek avında iken hayatını kaybediyor. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın bir çalışmasında verdiği bilgi; (bu bilgi hakkında kaynak göstermez), “Bazı müverrihlerin rivayetlerine göre I. Murad ve oğlu Yıldırım Bayezid’in beş- altı bin kişilik av maiyeti bulunuyordu”[5]. Genel olarak müessese tarihçileri erken dönem Osmanlı teşkilatlarının Orhan Gâzî, I. Murad Hüdâvendigâr ve Yıldırım Bâyezîd dönemlerinde şekillenmeye başladıklarında hemfikirdirler. Süleyman Paşa’nın ölümüne sebep olan olaylar ağı, modern tarihçilerin görüş birliği ve İ. H. Uzunçarşılı’nın verdiği malumatlar birleştiğinde ise avcılık teşkilatının varlığı ve av seferlerinin bu teşkilat bünyesinde düzenli bir biçimde gerçekleştirildiğini öne sürmek mümkün görünüyor. Fatih Sultan Mehmed’in hazırlatmış olduğu kanunnamesinde ”çakırcıbaşı”nın devlet teşkilatındaki yerinin belirtilmesi de avcılık teşkilatının Fatih Sultan Mehmed döneminden evvel etkin bir yapıda bulunduğunun resmi kaydıdır. Kanunnameye göre çakırcıbaşı, ağalar sıralamasında mirâhur-ı sâni ile çaşnigirbaşı arasında altıncı ağa olarak yer almıştır[5]. Çakırcıbaşılık klasik dönem Osmanlı kapıkulu sisteminde devşirilen acemilerden avcılığa mahareti olduğu için seçilenler yedi yılda bir çıkma sistemine tabi tutularak atmacacı, şahinci ve çakırcı sıralaması ile yükselirdi[6]. Enderunda bulunan ağalardan silahdar, çuhadar, rikabdar ve dülbendoğlanı kademelerinden biruna çıkma olarak geçildiğinde, gelinecek mevkilerden birisi çakırcıbaşılıktı. Bir çakırcıbaşı birundan çıkma olarak yükseldiğinde (terfi ettiğinde), sancakbeyi yahut subaşı (kale komutanı) payesiyle (rütbesiyle) eyaletlere çıkardı[7]. Sancakbeyi ve subaşı görevleri ile saraydan atanmak gibi yükselme avantajlarına sahip olmak çakırcıbaşılığın, saray içinde ne kadar mühim bir görev olduğu konusu da önemli bir olgudur. Sarayda alınan çok disiplinli bir eğitimden sonra eyaletlere böyle bir görevle çıkmak, ileride sağlanacak başarılardan sonra daha yüksek bir rütbe ile saraya dönüş yolunun başlangıcı demekti. Haliyle devletin ilerleyen yıllarında bu görevde bulunan kişi yüksek elit yönetici sınıfına dâhil olabilecektir. Bu görevlilerin ne denli zorlu ve temelli bir eğitimden geçtiklerini tahmin etmek zor değildir. Merkezde (Sarayda) kuşların yetiştirilmesi ve eğitimi ile ilgilenen görevliler Çakırcıbaşı, Şahincibaşı, Atmacacıbaşı ve Doğancıbaşı rütbeli görevlilerdi. Çakırcıbaşılar, şahincibaşılar ve atmacacıbaşılar sarayın dış halkından (birun) sayılırlardı. Bunlar saraya avcı kuş temin etmek, bakımlarını yapmak, eğitmek ve korumakla sorumlu görevlilerdi. Sarayın enderun (iç) kısmında ise “Bölük-i Şâhinciyân-ı Enderûn (Doğancılar Koğuşu veya Hâne-i Bâzyân)” adında bir bölük vardı. Bu bölük Fatih Sultan Mehmed döneminde İç Doğancılar Koğuşu olarak adlandırılmış ve birundaki koğuşlardan ayrılmıştır. Başlarında doğancıbaşı bulunurdu. Doğancıbaşılar padişaha çok yakın olurdu. Hatta padişah tebdil-i kıyafet ile saraydan çıktığında güvenlik amacıyla padişahın gerisinden giden görevlilerdendi[8]. Enderun ve birunda bulunan görevlilerin geneli eğitiminden sorumlu oldukları kuşların adı ile anılmaktaydı. Av teşkilatı sadece merkezdeki bu görevlilerden müteşekkil değildi. Yetiştirilecek kuşların temini ve doğal ortamlarının korunması için bir de taşra teşkilatı vardı. Teşkilatın taşra yapılanması merkezdeki yapının uzantısıydı. Avcı kuşlarla ile ilgili her görevlinin, görev isimleri ile görevleri teşkilat yapısı içinde belirlenmişti. Bu belirlemeye göre teşkilat personeli; Sayyâd diğer adıyla tuzakçı (kuşların yakalanması için tuzakları kuran ve kuşları yakalayan görevli), görenceci (kuşların bakım ve eğitiminden sorumlu görevli), götürücü (kuşları yakalandıkları yerden saraya götüren görevli), dîde-bân (gözcü) ile kayacı (kuşların yuvalandığı kayalıkları tespit edip, gözetleyip, bu yuvaları korumakla ilgili görevliler), kümeci (kayalıklarda yuvalanan kuşların yavrularını toplayan görevli), tülekçi ile yavrucu (saray için gerekli olan kuşların yavrularının korunması ve kanatlanması ile ilgili görevliler) şeklinde sınıflanmıştı[9]. Taşradaki avcı teşkilatında bağlı oldukları ocak esaslarınca yer alan personelin Müslüman ya da Hıristiyan olmasına binaen, hukuki statüleri, ocakta göreve başlamaları, görevden azledilmeleri ve yaptıkları görevlere göre ödedikleri vergiler, muaf oldukları vergiler, işleyecekleri toprağın hukuki statüsü, görevlilerin vefatları halinde göreve kimin devam edeceği vb. bütün hususlar; kanunnâmeler, fermanlar ve beratlarla belirlenmiş, kaydedildikleri defterlerde de bu hususlar yer almıştı[10]. Avlarda kuşlar kadar karada hareket eden ve eğitilebilen hayvanlar da kullanılmıştır. Tarihin eski dönemlerinden beri köpekler av için eğitilmiş ve kullanılmıştır. Asya’da köpekler dışında parslar da eğitilip avlarda kullanılmıştır. Osmanlılar da bu geleneği sürdürmüşlerdir. “Parscı” denilen eğiticilerin elinde yetiştirilen parslardan avlarda faydalanılmaktaydı (aşağıda parslar hakkında daha detaylı bilgiler verilecektir). Osmanlı av organizasyonlarında kullanılan köpeklerin bakımı ve eğitimi görevi, köpeklerin türüne göre farklı yeniçeri ortalarına verilmişti. Samsoncu ve zağarcı bölükleri olarak anılan bölükler sekbanbaşına bağlıydı. Araştırmalara göre sekbanların kökenlerine dair kayıtlar Sultan I. Murad Hüdâvendigâr’a kadar gitmektedir. Sayıları, Yıldırım Bâyezîd döneminde fazla olup, Fatih Sultan Mehmed döneminde yeniçeri ocağına dâhil edilmişler ve etkinlikleri artmıştır[11]. Bu görevliler yaz aylarında ava çıkılan bölgelerde kalırlar, padişah için av yapar, av köpeklerinin eğitimleriyle meşgul olurlardı. Padişahların avda bulundukları zamanlarda köpeklerin kontrol ve kullanılmasından sorumlu sekbanları sıradan bir askerî vazife ve sınıf olarak görmek doğru değildir. Fatih Sultan Mehmet döneminde etkinlikleri artmıştır. Otuz dördü piyade ve bir tanesi de süvari olmak üzere toplam otuz beş adet sekban bölüğü vardır. Bunların içinde avcı bölüğü en büyük bürokratik üstünlüğü haiz konumdaydı[12]. Altmış dördüncü yeniçeri ortası zağarcılar ortasıydı ve ortanın başında “Zağarcıbaşı” bulunmaktaydı. Ocakta kul kethüdasından sonra en yüksek rütbeli ağalarından birisi sayılırdı. Zağarcılar, atlı ve yaya olarak ikiye ayrılırdı. Atlıların sayıları az, günlük yevmiyeleri yayalara göre daha yüksekti[13]. Zağarcıbaşı olmak, Osmanlı devlet teşkilatında askerî ve idarî açından da önemli bir görevdi. Ocak kethüdalığına yükselen bir zağarcı başı için çıkma olarak XVI. yüzyıl ortasında 40.000, aynı yüzyılın sonları itibariyle 26.000 akçelik tımar verilirdi[14]. Yetmişbirinci (71.) yeniçeri ortası da “Seksoncular (Samsoncular)” ortası idi ve başlarında “Seksoncubaşı (Samsoncubaşı)” bulunmaktaydı. Bu ortanın kurulmasına sebep olarak Eflak voyvodasının Fatih Sultan Mehmed’e gönderdiği samson köpeklerinin bakımı ile ilgilenilmesi olduğu kayıtlarda geçer[15]. Samsoncubaşı yükselmesi halinde zağarcıbaşı olurdu. Bu görevden tımara çıktıklarında ise zeamet ile çıkarlardı. Samsoncu neferi tımara da yıllık 10.000 akçelik geliri olan tımara çıkardı[16]. Yukarıda anlatılan görevlilerin tamamı teşkilatları içerisinde kendi görev alanlarının sınırları dâhilinde hareket eden görevlilerdir. Ancak bir görevli daha vardır ve bu görevli hem tazıların hem de turnaların bakımı ve eğitimi ile vazifeliydi. Atmış sekizinci yeniçeri ortasını oluşturan bu bölük, “Turnacıbaşı” idaresindeki Turnacılardan oluşmaktaydı. Bu bölükte avda kullanılan ve kuş tutan tazılara ve padişahın seyretmesi için yetiştirilen turnalara bakılır ve eğitilmeleri sağlanırdı. XVI. ve XVII. yüzyıl kayıtlarına bir turnacıbaşı zeametle çıkar ise senelik 30.000 akçe, turnacı neferi de tımara çıkarsa senelik 10.000 akçe gelirli olarak taşraya çıkardı[17]. Av Seferlerinde yer alan ve av ile ilgili her hususla ilgilenen topluluğa “şikâr halkı” yahut “av halkı” denirdi. Selçuklularda avcıbaşı olarak emîr-i şikâra karşılık Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmed dönemi avcıbaşılık rütbesi çok sayıda görevliye aitti. Yukarıda belirttiğimiz koğuş ve bölük ağalarının tamamı şikâr ağası olarak tanımlanmaktaydı. Av seferine çıkıldığında ise av halkının hepsi iki görevliye karşı sorumlu idi: Bostancıbaşı ve Av Ağası (Doğancıbaşı). Bazı tarihlere göre av halkının sayısına dair kayıtlar Tablo 1’de verilmiştir. Tablo1. Osmanlı av halkı sayısına dair tablo.[18] Bu kayıtlardan hareketlerle kapıkulu sistemi içerisinde farklı yıllarda av halkının sayısı hakkında fikir sahibi olabiliriz. Kayıtlarda belirtilen dört farklı tarihten iki tanesinde sayısal bilgi vardır. Genel tablo incelendiğinde ve kapıkulu sisteminde kayıtlarda sayılan bütün kapı halkının sayıları artış eğilimi gösterse de 1670’te sayılar düşme eğilimi göstermektedir. Sayılar önceki yıllarda artarken 1670’te hem de Sultan IV. Mehmed (“Avcı” Mehmed), döneminde azalma eğiliminde olmasını anlamak gayet mümkündür. 1648 yılında küçük çarpışmalarla başlayan Kandiye Kuşatması uzamış, araya Avusturya ile savaşlar girmiş ve 1666 yılında Osmanlılar tüm güçleri ile Girit’e çıkarak bahar aylarında Kandiye’yi fethetmek için kuşatmayı şiddetlendirmiş ama çok güçlü ve son derece tahkimatlı bir kale olan Kandiye’nin müdafileri 1669 Eylül ayına kadar kaleyi savunmuştur. 1663-1665 yılları arasında iki yıllık bir seferin ardından Kandiye’nin alınması gibi daha uzun, malî olarak masraflı, asker ve insan kaybı son derece yüksek olan savaş yıllarının, av halkı sayısındaki azalmanın açıklanmasında önemli bir etken olduğu söylenebilir. 4.2. Av Organizasyonları Erken dönem ve erken modern dönem Osmanlı kaynaklarında av organizasyonlarını anlatan bir şikârnâme ya da saydnâme türünde Osmanlı Türkçesi ile yazılmış bir esere ulaşılamadığı için doğrudan bilgi sağlayan bir kaynak bu çalışmada incelenememiştir. Dönem tarihlerinde ve furûsiyye eserlerinden bir tanesinde ulaşılan bilgilerden istifade edilmeye çalışılmıştır. Erken dönem anlatılarında Osmanlı hanedan üyelerinin ava merakları hususuna yukarıda değinilmişti. Ancak bu anlatılarda avların organizasyonuna ve avlarda kullanılan silahlara, yardımcı unsurlar olarak kullanılan yırtıcı hayvanlara neredeyse hiç değinilmemiştir. Oğuznâme geleneği ile yazılmış ilk Osmanlı silsilenâmesi olan Câm-ı Cem Âyîn’de geleneksel silahların, savaş ve av sahasında kullanılması Osmanlılara atalarından kalan bir mirastır. Ataları için avcılık bir sanat ve hünerdir. XV. yüzyılda kendilerine güçlü, prestijli ve meşru bir geçmiş arayışı içerisinde olan Osmanlıların kendi nesillerini anlatan eserlerde avcılığın konu edilmesi beklenen bir yaklaşımdır. Mahmut el-Beyâtî de Yazıcızâde Ali gibi tarihçiler de bu amacı gözetmişlerdir. Bu amaç doğrultusunda eserde avlarda kullanılan ekipmanların ve avlanan hayvanların isimlerinin verilmesi araştırmacılar için önemli ipuçlarıdır. Çünkü Câm-ı Cem Âyîn’nin ana kaynağı Oğuznâme’dir. Oğuznâme yazımı V. yüzyılda başlamış ve son halini XV. ve XVI. yüzyılda almıştır[19]. Bu eserin muhtevası, Türklerin farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda yaşadıkları ve edindikleri olayları kapsamaktadır. Osmanlı zamanında av pratiklerinde kullanılan silahların isimlerinden türlerine, avlanılan hayvanların isimlerinden çeşitliliğine kadar etimolojik ve kronolojik bilgiler sunar. Bu suretle avların ve avlarda silah kullanmanın nasıl boyut değiştirdiğini takip etmek mümkündür. Câm-ı Cem Âyîn’de adı geçen liderler, ok ve yay kullanımında maharetli ve avcılıkta ustadırlar. Silah kullanımı, atıcılık ve avcılık gibi maharetler liderlerde olmazsa olmaz, ispata açık ve muhtaç niteliklerdir. Eserde ilk etapta sadece ok ve yay ile avlanıldığı belirtilse de daha kronolojik bir düzlemde liderlerin avlanma kabiliyeti at üzerinde avlanma becerisine dönüşmektedir. Eserde (ismi okunamayan bir lider zamanında) ok ve yayın icat edilmesi ile beraber kuş avı yapılmaya başlandığı, önceleri turaç ve misket avlandığı, ayrıca samur, sincap ve kakım gibi hayvanlar avlanıp derileri satılmaya başlandığı aktarılmaktadır. Sığın (geyik) da özellikle eti ve derisi için avlanan hayvanlar arasında önemli yer tutmaktadır. Daha önemlisi avlarda doğan, tazı ve samson gibi hayvanların yardımcı unsur olarak kullanılmaya başlanması avların daha organize ve sistemli faaliyetler haline geldiğinin bir göstergesidir. Avlarda ok ve yay dışında kement ve ağ da kullanılmakta, bunlarla kaz, turna gibi su üzerinde de yaşayabilen hayvanların avlanıldığından bahsedilmektedir. Bunların dışında ise kaplan, aslan, ayı, misket, sığın, kakım, samur, sincap, turna, turaç, kaz gibi hayvanların avlanıldığından da söz edilir. Eserde avlanılan ama isimleri belirtilmeyen hayvanlar da vardır[20]. Avların içerik ve gelişim olarak ihtiyaçtan öte artı üretim tipine yani ticarete dönüşmesi, av becerilerinin sınanması ve giderek daha organize faaliyetler halini aldığı görülür. XVI. yüzyıl eseri olan anonim bir yazmada ise av hakkında bazı pratik bilgilere yer verilmektedir. “Pek yay”(çekiş kuvveti yüksek yay) ile avın daha iyi yapılacağı, tesir bakımından büyük temrenin kullanılmasının uygun olacağı, ceylan, gazel vb. ve avcının kendisinden büyük hayvanlarda koltuk altı ya da başından vurmanın etkili olacağı, eğer hayvan bu atışla düşse bile ölmediği halde bitirici vuruşun kılıçla yapılmasının iyi olacağı belirtilmektedir. Avda kullanıma uygun yaylar çeşitlidir. Pek yaydan daha darp edici özelliğe sahip olan özellikle de yırtıcı büyük hayvanlara karşı kullanılabilecek yaylar, güçlü “çaga” yaylardır. Bu yaylar için de en iyi türden hekî okları tercih edilmeli ve bu oklar yaya, iki yeleği aşağı bir yeleği yukarı bakacak şekilde gezlenmelidir. Yırtıcı hayvanları etkisiz kılmanın yolu özellikle kafa ve gözlerine nişan alarak vurmaktır[21]. Osmanlı’da av organizasyonları üç şekilde icra edilmektedir. Bunlar; Kuş Avı, Mîrî Av, Sürgün/Sürek Avı’dır. Bu av organizasyonları içinde en geniş kapsamlı olanı sürgün/sürek avıdır. Aşağıda bu av organizasyonları hakkında detaylı bilgi verilmiştir. 4.2.1. Kuş Avı Baznâmelerde kuş avı insanın avcılıkta kendi eliyle silah kullanmaktan ziyade eğittiği bir kuşu kullanması ile gerçekleştirdiği av olduğu ifade edilmektedir. Esasen burada avcı, av için yetiştirilen kuştur. Ancak av sonunda elde edilen ganimet onu elde eden kuşun değil, onu bu ava yönlendiren yetiştiricisinindir. Osmanlı kuş avları, genel olarak merkezlerden uzaklarda yapılmayan avlardı ve devlet erkânı da kuş avlarına çıkabilirdi. Avda, kartal, şahin, atmaca ve çakır gibi alıcı türü kuşlar ava salınır, avcılar at üstünde bunların peşine takılır, takiplerini sağlamak için arkalarından zağarlar ve samsonlar gönderilir ve onlar da atlarla takip edilerek avın takibi sağlanırdı[22]. Minyatür 1 ve 2: Hünernâme’deki bu minyatürde av esnasında bâzdârlar (kuşçular) ve avda kullanılan kuşlar görülmektedir. Sağ tarafta yer alan minyatürde görülen av kuşunun kartal olduğu düşünülebilir. Bâznâmelerde “kara kuş” olarak tabir edilen kuş kartaldır. Ancak minyatürün tasvirden çok temsil üzerine kurulu bir sanat olduğunu unutmamak gerekir. Bu sanat dalında, renk ve şekil gibi resmin temel öğeleri, realist ve piktografik tasvirlerden farklı anlamlar taşıyabilir. 4.2.2. Mîrî Avlar Bu av türü devlet erkânının avlandığı alanlar dışında, avcılık için beratı olan görevli veya reaya tarafından icra edilen avlardı. Avcıların kuş ya da silah kullanımına izinleri vardı. Reaya haricinde, vakfa ya da taşra teşkilatlarına bağlı olan görevliler, yakaladıkları kuşları yetiştiricilere teslim etmek zorundaydılar. Ayrıca, av etlerinin bir kısmını ya da etlerden yapılan pastırma gibi saklanabilir ve tüketilebilir gıda ürünlerini, hayvanların derilerini ya da derilerinden elde edilen ürünlerin bir kısmını, çakırcıbaşının merkezden altı ayda bir gönderdiği görevliye teslim ederlerdi[23]. 4.2.3. Sürgün/Sürek Avları Bu av organizasyonu av seferlerinin en kapsamlısıdır ve kısa süreli değildir. Teorik ve pratik açıdan bakıldığında Orta Asya’dan beri süregelen av organizasyonu ve askerlik ilişkisinin en belirgin karakteristik özelliklerini bünyesinde barındırır. Çünkü bu avlara katılanlar günlerce yol gider, uzun süre ata biner ve av silahlarını sahada kullanırdı. Tüm bu pratikler kişinin bedenî sınırlarını, binicilik ve silah kullanma kabiliyetleri ile test etmesini sağlıyordu. Av halkı ile çıkılan sürgün avında nerede av yapılacağı, av yapılacak sahada ne tür hayvanların avlanabileceği tek tek tespit edilir ve bu şekilde av için belirlenen menzile gidilirdi. Padişahlar av halkını, avda kullanacakları yardımcı unsur olarak kabul edilen eğitimli alıcı kuşları, parsları, samson ve zağarları sadece av seferlerine değil, askerî seferlere de beraberlerinde götürürlerdi[24]. Fatih Sultan Mehmed ve sonrasında tahta çıkan padişahların, Üsküdar, Istranca, Halkalı, Davutpaşa, Haramidere, Edirne, Yanbolu, Filibe, Silistre, Gümülcine, Bursa ve daha pek çok yerlerde sefere gidilirken ava çıkıldığı yahut seferler dışında av seferleri düzenleyerek ava çıktıkları dönemin kayıtlarında görülmektedir. Erken dönem Osmanlı tarihine dair ve farklı tarihçilere ait az sayıda kayıtlar vardır. Bu kayıtlar av seferlerini icra eden teşkilatın varlığına kısmi de olsa ışık tutmaktadır. Tarihçi Mehmed Neşrî, Sultan I. Murâd Hüdâvendigâr’ın ava çıkmaya meraklı olduğunu, binlerce altın ve gümüş tasmalı av köpekleri ve çok sayıda doğanı olduğunu kaydetmiştir[25]. Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Emîr Süleymân, da ava meraklı olup doğan salarak kaz ve ördek avlamaktaydı[26]. Sultan II. Murâd, sefer ve devlet işleri yoğunluğundan uzaklaşmak, biraz rahatlamak ve avlanmak amacıyla Edirne civarlarında bulunan Sakar, Keşerlik ve Çöke Yaylası (Bugün Edirne’de Hacı Danişment Köyü)’na çıkardı[27]. Erken dönem sultanlarının ve hanedan üyelerinin avları hakkında yeterli bilgi bulunamamıştır. “Yaylaklara uzun süreli ava çıkmak” gibi tabirlerden bu organizasyonların uzun süreli av seferi türünde olduğu anlaşılmalıdır. Erken dönemin kaynaklarının sayılarının ve içerik olarak bilgilerinin azlığına karşılık XVII. yüzyılda Osmanlı av seferini araştırmak isteyen bir araştırmacı son derece şanslıdır. Çünkü Sultan I. Ahmed ve Sultan IV. Mehmed (Avcı) döneminde icra edilen av seferlerinin arşiv belgeleri ve masraf defterlerinde detaylı kayıtları mevcuttur. Özellikle Sultan IV. Mehmed’in avcılık merakı ve bu merakı yüzünden başına gelenler dönemin tarihçilerince de kayıt altına alınmaya değer bulunmuştur. Osmanlı av seferlerinin en önemli faaliyetlerinden birisi menzil faaliyetidir. Bu organizasyonlarda, gidilecek bölge ve yol üstünde konaklanacak yerler, yani menziller titizlikle tespit edilirdi. Menzil tespiti, askerî açından bakıldığında sefere çıkan ordunun başlangıç noktasından ulaşılacak son noktaya kadar gerçekleşecek yürüyüşündeki her türlü ayrıntıyı hesaplamak demekti. Konaklanacak ve yemek yenecek yerlerin belirlenmesi, geçilecek nehirlerde nereye köprü yapılacağının belirlenmesi ve bunun istihkâmının planlanması, bu süre içerisinde tüketilecek su ve gıdanın tedarik edilmesi, sefere götürülen silah, cephane ve diğer malzemenin (temizlik malzemesi, hayvanların yemleri vb.) taşınması bu planlama çalışmasının içeriğini oluştururdu. Osmanlı av seferleri, bu bakımdan askerî bir karaktere sahipti. Avlağa çıkılacak menzillerin birbirleri ile olan uzaklıkları, kaç gün seferde kalınacağı ve götürülmesi elzem olan her şey hesaplanarak, av halkı sefere hazırlanır ve daha sonra avın icra edileceği menzile yola çıkılırdı. Av seferleri için menzil organizasyonu ve ihtiyaç duyulan malzemenin temini “Nüzûl Emîni” tarafından gidilecek menzil civarlarında mübaşirler vasıtasıyla satın alınarak sağlanır veya sefer öncesinde menzil civarlarında bulunan ambar ve depolara malzemelerin depolanmasını sağlayarak malzeme lojistiği hazırlığını tamamlanmasına çalışılırdı[28]. Mustafa Nuri Türkmen’in bu konuda yapmış olduğu çalışmasından, Sultan IV. Mehmed döneminde ait masraf defterlerinden hareketle av seferlerinin bütçelerini ve hangi malzemelere ne kadar masraf edildiği görülebilmektedir[29]. Mustafa Nuri Türkmen çalışmasında Şaban 1082’den (Aralık 1672) Şevval 1083’e (Şubat 1673) kadar çıkılan iki ayrı av seferinin mali bilançosunu sunar. Bilanço, seferlerin de ne denli geniş kapsamlı bir organizasyon olduğunu açıkça göstermektedir. Şaban 1082 (Aralık 1672) deftere göre; Cisr-i Ergene (Ergene Köprüsü – Çorlu Civarı) ve Bergos (Lüleburgaz) avları için akçe üzerinden aşağıdaki masraflar yapılmıştır (Bu malzeme masrafları avın sadece bazı malzemelerini kapsamaktadır)[30]. Tablo 2. Sultan IV. Mehmed (“Avcı” Mehmed) dönemine ait masraf defterine kaydedilen harcamalar Yine Hicri 1082 yılı içinde gerçekleştirilen üç ayrı av seferinde (Cisr-i Ergene, Dimetoka, Bergos/Lüleburgaz) nakit olarak satın alınan bazı malzemeler şöyle kayıt edilmiştir. Tablo 3. Cisr-i Ergene (Ergene Köprüsü) Av Masrafı Tablo 4. Dimetoka Avı Masrafı Tablo 5. Bergos (Lüleburgaz) Avı Masrafı Yukarıdaki tablolardan anlaşılacağı üzere; Tablo 3, Tablo 4 ve Tablo 5’de verilen masrafların ( 43.000 akçe+586.320 akçe+165.740 akçe) her üç av için yekûn 795.060 akçe olarak hesaplanmaktadır[31]. Sadece bu kalemlerdeki masraf neredeyse 1.000.000 akçeye yakındır. Defterin tamamında bulunan veya bulunmayan ve av seferi sırasında ihtiyaç duyulan, çabucak tüketilip yenisi hızla tedarik edilebilecek malzemeleri de kabaca hesaplarsak 1.000.000 akçeden çok daha yüksek masraf ile karşılaşılması mümkündür. Burada şu hususu da belirtmek icap eder. Paylaşılan verilerin tamamı, av seferi sırasında tüketilen malzeme kalemlerinden ibarettir. Av seferlerine götürülen çok sayıda görevli vardır. Mehteran görevlileri, şikâr ağaları, harem ağaları, farklı askerî sınıftan görevliler, diğer devlet ricâli. Bu görevlilerin günlük ücretleri ve yine bu görevlilerin bindiği atların da masrafları hesaplanırsa masrafın daha fazla olduğu kolaylıkla anlaşılabilir[32]. Osmanlı minyatürleri tarihî olaylara dair görsel veri sunduklarından, yazılanların taçlandırılmış hali gibidir. Araştırma kapsamında incelenilen metinlerde bazı detayları fark edebilmek için görsel malzemeler son derece önemlidir. Bir av organizasyonunda uygulanan teşrifat, avın gerçekleşmesi ve av esnasında silahların ve hayvanların nasıl kullanıldığının betimlenmesi, çerçeve ve perspektif dar olsa da nakkaş tarafından elden geldiğince detaylı işlenmeye çalışılır. Çalışmanın bu kısmı verilen bilgileri içeren ve fikir yürütmeyi sağlayacak minyatürlerle desteklenmiştir. Aşağıda seçilmiş minyatürlerde avlanma betimlemeleri yorumlanmıştır. Minyatür 3: Hâfız Şemseddin Muhammed Şirâzî, Dîvân, Staatsbibliothek zu Berlin, Ms. or. 8330, Vr: 136b. Kalabalık bir av sahnesi minyatürü. En dikkat çekici yeri ise avcının kurulu bir yay ile ceylanı avlamaya (canlı yakalamaya) çalışması. Minyatür 4: Arifî, Süleymânnâme, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, No:165; Kanuni’nin Edirne Avı. Alıcı (Avcı) kuş ile yapılan bir av sahnesi. Padişahın koruması solakların oluşturduğu çember dikkat çekicidir. Minyatür 5: Seyyit Lokman, Hünernâme, cilt 1, Minyatürler: Nakkaş Osman, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi; Yavuz Sultan Selim’in Dulgadır Hükümdarı Alâüddevle’ye karşı seferi sırasında Küskün Deresi kenarında otağ kurduğu yerde şeşper ile kaplan avlaması. Minyatür 6: Seyyit Lokman, Hünernâme, cilt 1, Minyatürler: Nakkaş Osman, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi; I. Murad’ın zırh giydirilmiş bir kurdu mızrakla vurması. Minyatür 7: Mirzâ İbrahim Kirmânî, Vamık-vü-Azra, Staatsbibliothek zu Berlin, Ms. or. quart. 1158, 244b. Vamık ile Azra maîyetleri ile avda olmasıyla, av organizasyonun sosyal bir aktivite ve eğlence olarak betimlenmesi. 5. AVLARDA YARDIMCI UNSUR OLARAK KULLANILAN HAYVANLAR Osmanlı’da av teşkilatında av seferleri için hayvan yetiştirmek bir devlet politikası olarak kabul gördüğünden, sistemin devamlılığı için dönem dönem ihtiyaç duyulan hayvanlar yakalanır ve yetiştirilirdi. 5.1. Pars “İrmekde gazâla tîr-i sândur Osmanlılarda avlarda yardımcı unsur olarak kullanılan hayvanlardan birisi parstır. Bir parsın av faaliyetlerinde kullanılabilmesi için; yakalanması, eğitilmesi, bakımı ve avda kullanılması konusunda Sultan IV. Mehmed’e sunulmak üzere Yemenî adında bir âlim tarafından Arapça kaleme alınmış bir eser “Parsnâme” adı ile Osmanlı Türkçesi’ne Nasuh Paşazade Ömrî-i Tugrayî tarafından 1076/1665 tercüme edilmiştir. Bu esere göre avda kullanmak üzere yetiştirilecek bir parsın özellikleri aşağıda belirtildiği üzeredir: “Parsın beğenilen özelliği odur ki, yaşta küçük ola ve başı küçük ve temiz ola. Gözleri büyük ve hoş ola, kulaklarının arası açık ve meyilli ola, yüzü sevimli ve güleç ola, boynu uzun ve ölçülü ola, göğsü geniş ve sağrısı meyilli ola, böğrü ince ve kemikleri kuvvetli ve kalın ola, uyluklarında torba torba (çıkın çıkın) etler ola ve kolların eti az ola ve elleri, ayakları yumuşak ola, arka sinirleri gergin ola. Kuyruğun uzun kamçı gibi ola ve rengi beyaza yakın (açık) bitki rengi ola.”[33] Yine eserde verilen bilgiler doğrultusunda bir parsın daha yavruyken ele geçirilip yetiştirilmesinin daha verimli olacağı ifade edilir. Anne parsın daha önceden belirlenen yuvasında üç-dört aylık olan yavrular, anne ava çıktığı zaman parsçılar tarafından eğitilmek üzere alınırdı. Doğası gereği vahşi olup saldırganlık eğilimi gösteren bu yavrulara ilk etapta anneleri gibi arkadaş ya da dost gibi yaklaşarak, yüzüne doğru bakmadan ve yanına gidince yavaş hareket ederek veya yeni tanışıyor gibi yaklaşarak üç-dört gün beslenmesi bu usul üzere sağlanırdı. Yavru kendisi ile ilgilenen parsçının yüzüne bakmasından çekinmeyip, yakınlık gösterip, yemeğini, yemek tasından parsçının elinde iken yemeye alıştırılırdı. Zamanla yavrunun yakınlık ve çekincesinin ortadan kalkması ile elden yemek yedirme eylemi sırasında yavruyu zorlamadan ve baskıya maruz bırakmadan boynuna tasma geçirilerek tasmaya alışma dönemi başlatılırdı[34]. Bu safhalardan sonra yavru büyüdükçe yavaş yavaş ata alıştırılırdı. Pençe bileklerine takılan halkalar ile atın eyerinin arkasına bağlanır ve bu şekilde gezdirilerek atın hareketlerine alıştırılırdı. Binici, at ve parsın yakınlığını geliştirmek için at hareket ederken parsa küçük lokmalar halinde yiyecek verilirdi. Ata alışan parsın bileklerindeki halkalar çıkarılır ve doğal olarak atın üzerinde hareketlere alıştırılırdı. Pars, at ile gezdirilirken sadece doğa ortamlarında değil halk içinde de gezdirilerek insana ve bulunduğu çevreye iyice alışması sağlanırdı. Tüm bu aşamalardan sonra parsın avlanmayı öğrenmesi için tutulan ve çok uzaklara kaçamaması için ayağından iple bağlanan bir ceylan parsa at üzerinde iken gösterilir, tepkisi ölçülürdü. Pars doğası gereği avı görünce kendisi mi atılacak veya biniciden[35] aldığı komut doğrultusunda mı ava atılacak gibi tepkilerine göre ava ve avlanmaya alıştırılırdı[36]. Genel hatları ile bir parsın Osmanlı’da av için yetiştirilme tarzı bu şekilde idi. Hazır olan parslar, ava kafeste ya da koşturarak değil ata bağlanarak ya da atın sağrısında oturarak ava götürülürdü (Bkz. Minyatür: 8). Avda her an avlanabilecek bir hayvana denk gelinmesi halinde pars, ava yönlendirilirdi. Minyatür 8: Ferîdü’d-dîn Attâr, Mantıku’t-tayr, Add. 7735., British Library, Vr: 84a. Yardımcı bir unsur olarak kullanılmak için atın sağrısında oturan eğitimli bir pars. Pars kimi zaman doğası gereği avı görünce kendisi atılır kimi zaman ise eğitimcisinin komutu ile harekete geçerdi (Bkz. Minyatür: 9). Minyatür 9: Hâfız Şemseddin Muhammed Şirâzî, Dîvân, Staatsbibliothek zu Berlin, Ms. or. 8330, Vr: 136b. Eğitilmiş bir vahşi kedinin sürek avı sırasında eğitimcisinden komut alması anı. 5.2. Samson ve Zağar Samson ve zağar, parslar dışında Osmanlılarda av için kullanılan köpeklerdi. Maalesef Osmanlı’da avcı bölükleri üzerine yapılan çalışmalarda, parslar ve köpeklerin nasıl yetiştirildiği ve avlara nasıl hazırlandığından ziyade bu hayvanları yetiştiren görevlilerin teşkilat yapısı hakkında bilgilerle karşılaşılmaktadır (Yukarıda teşkilat hakkında bilgi verildi). Kaynak ve bilgi azlığı, kaleme alınacakları sınırlı hale getirmektedir. Köpeklerin temini konusunda da maalesef yeterli bilgi bulunamamıştır. Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi uzmanları tarafından yapılan yakın zamanlı bir çalışmada yayımlanan bir belge av için zağar ve samson tedarikinde nasıl bir yöntem izlendiğini kısmen ifade etmektedir. 14 Aralık 1609 tarihli belgeye göre Bursa, Kocaeli ve Bolu bölgelerindeki kadılara gönderilen hükümde; padişahın avı için kullanılmak üzere Bostancıbaşı tarafından gönderilen görevlilere bu bölgelerden zağar, samson ve tazı kimlerde var ise ve bu kişiler -sipahi, yeniçeri veya diğer görevlilerden olsun ya da olmasın- teslim edilmesi emrediliyordu[37]. Belgede yer alan bilgiler üzerine yorum yapabilmek için 14 Aralık 1609 öncesinde ve sonrasında arşiv belgelerinin sayı ve içeriklerinin bilinmesi de gerekmektedir. Ancak bu çalışmada yapılan bir arşiv taraması geniş kapsamlı ve birden fazla konuyu kapsayan defterler dışında bilgi bulmak konusunda yardımcı olmamıştır. Bu noktada az bilinen bir kaynak kısmen açıklayıcı olmaktadır. “Bâz” kelimesi, Farsça olup Osmanlı Türkçesi sözlüklerinde doğan, şehbâz ve şâhin gibi mânâlara gelir[38]. Yazma eserlerde bir yanılgıya düşmemek için dikkatli olunmalıdır. Eserin adını taşıyan kelime sözlüklerde farklı bir mana verse de eser, içerik olarak kelimenin sözlük manasından başka bilgiler de ihtiva eder. Osmanlılarda kuşlar –özellikle av kuşları- hakkında bilgi veren eserlerin pek çoğu her ne kadar “bâznâme” adını taşısa da içerik olarak sadece avlarda kullanılan kuşlardan bahsetmezler. Özellikle eserlerin kuşlardan bahseden bâb ve fasıllarından sonra köpeklere ve parslara ayrılan bölümler yer alır. Çalışmada bu formatta kaleme alınmış iki yazma eserden istifade edilmiştir. Bu eserlerden bir tanesi üzerinde şimdiye kadar yapılan çalışmalara göre telif bir eser[39] diğeri ise Arapçadan Osmanlı Türkçesi’ne tercüme bir eserdir[40]. Osmanlı avlarında kullanılan köpekler metinlerde tazı, zağar ve samson gibi anılsa da bu çalışmada faydalanılan yazma eserlerde genellikle “kelb: köpek”, “kilâb (kelb kelimesinin çoğulu olup “köpekler”anlamına gelir), “it”, “tâzu”,“tâzı”, “dâzu” ya da “zagâr” şeklinde geçmektedir. Samson kelimesine ise hiç rastlanmamıştır. Kitâb-ı Bâznâme-i Pâdişâhî’de “it” ve “dâsu” kelimeleri yer alırken, Kitâb-ı Bâznâme’de “zagâr” , “tâzu” ve “tâzı” kelimeleri yer alır. Yazmalarda köpeklerin avlarda nasıl kullanıldığından ziyade, avda işe yarayacak köpeklerin tarifi, kısmen eğitimleri, hastalıkları ve tedavileri hakkında bilgiler verilir. İyi bir av köpeğinin fiziki ve karakter nitelikleri hakkında farklı görüşler vardır. İyi bir av köpeğinin; kafası ve döşü orta büyüklükte, burnu uzun, başı ile kalçası aralığı uzun, gözleri büyük ve araları geniş, kulakları düşük, uylukları büyük uyluk kemikleri ise geniş ve güçlü, eğilmek üzere vasat üzerinde karaktere sahip olmalıydı[41]. Bir başka görüşe göre ise; iyi bir cins köpeğin kafası küçük, gözleri siyah renkte geniş ve göz aralığı da geniş, ince burunlu, kulakları düşük, yüzünde ve çenesinde az tüy bulunan, göğsü şişkin, geniş, uzun ve güçlü, uzun boyunlu, sırtı uzun ve geniş, beli ince, uyluğu ve cinsel bölgeleri geniş, baldırları ve kuyruğu kısa, ayakları kısa ve düz, parmakları ise eklemli olması ve fiziki hiçbir kusurunun olmaması gerekmekteydi[42]. Fiziki özellikleri ve karakteri açısından ise iyi bir av köpeği, parslarda da olduğu gibi erkekten ziyade dişiden yetiştirilmeliydi. Çünkü dişi köpek, erkek köpeğe nazaran sıcağa, soğuğa, eğitim zorluğuna ve cefasına daha sabırlıdır. Ayrıca erkeğe nazaran nefesi daha güçlü olup, daha uzağa daha hızlı koşar. Fiziki yapısı itibariyle dişi köpek, avını kovalarken daha hızlı koşmaya, manevra yapmaya ve daha çabuk yakalamaya müsaittir[43]. Zağarcı, samsoncu ve tazıcı teşkilatlarının varlığı elbette yetiştirilen köpeklerden yavru alındığının ve yetiştirildiği fikrini veriyor olsa da bu çalışmada kullanılan arşiv belgelerine göre av köpeklerinin yavru iken nasıl yetiştirildiğine dair bir bilgiye rastlanılmamıştır. Ancak Kitâb-ı Bâznâme’de yer alan şu bilgi çok önemlidir: Bir tazı yavrusu ayağa kalkıp yürümeğe ve koşmaya başladığında anneleri bağlanarak kendileri serbest bırakılır. Yumuşak, damarsız, kemiksiz ve sinirsiz et parçaları lokma lokma küçük hale getirilip etrafta bulunan taş ve diğer nesnelerin etrafına yerleştirilir. Serbest bırakılan yavrulardan hangileri eti fark edip hemen aramaya girişir, arama sırasında aşırı istekli ve seri görünür ise bu yavrular diğerlerinden ayrılır, hasta olmamaları için etraflarına (kaldığı yerlerin tabanı kastediliyor olsa gerek) taş, otluk ve saman konulur ve av için özel yetiştirilirlerdi[44]. Tabii bu küçük sınav seçilmelerinde tek ölçüt değildi. Renkleri de dikkate alınırdı. Siyah ve kırmızı renkli köpekler sarı ve beyaz renklilere nazaran daha iyiydi. En iyi özelliklere sahip olanı ise siyah renkli olanı idi. Beyaz renkli bir tazı liyakatli olsa da gazel avında hafif kalırdı. Sarı renkli seri ve hızlı olmasına rağmen ayakları koşarken çabuk aşındığından yorulur ve durur. Ayrıca sıcak ve soğuğa karşı da sabırlı ve takatli değildir. Siyah renkli tazı ise nefesi güçlü, sıcak, soğuk ve cefaya sabırlı ve takatlidir[45]. Yetişkin ve ava çıkmaya hazır hale getirilmiş bir tazıya seçildiği andan itibaren özenle bakılırdı. Tazının bakıcısının köpeklerin her halinden çok iyi anlayan bir bakıcı olması gerekiyordu. Av için seçilen köpeklere sabah ve akşam olmak üzere günde iki gün yemek verilmeliydi. Bir görüşe göre bu yemek piyaz, içine ekmek katılmış yemek, koyun başından ya da beyninden paça, tavuk yumurtası ya da kemikli et iken[46] , diğer bir görüşe göre yemek et olmamalı, ekmek paça suyuna konulup verilmeli ayrıca yemeğin miktarı tazının cüssesi ve yiyebileceği miktar kadar olmalıdır[47]. Rutin bir şekilde her gün sabah ve akşam serbest bırakılan ve bakıcı nezaretinde yürütülüp, oynatılan tazıya, ava gidilecek günden önceki son akşam az yemek verilmelidir[48]. Ava giderken ve avdan sonra tazı koşturulmamalı, bakıcısının atında veya av eşyalarını ve diğer av hayvanlarını taşıyan, yük hayvanlarında avlağa götürülmeliydi. Tazı avı aldıktan sonra avın etini yememeli, bakıcısı da yedirmemelidir. Çünkü koşunun üzerine rutin olarak yedirilen yemekler dışında taze çiğ et yemesi sağlığını bozmasına hasta olmasına sebeptir. Tazı normalde aldığı (yakaladığı) avın etini yememe konusunda eğitilirdi ama bu eğitime rağmen etten yer ya da yemeye çalışırsa, bakıcısı tarafından şiddet görür, eyleme meyletmemesi sağlanırdı. Sıcak bir günde av icra edilmiş ise tazının avı bittikten hemen sonra sırtına ıslatılmış bez ya da keten konur, yüzüne ve göğsüne su serpilir ve az miktarda su içirilirdi. Rahatlaması ve dinlenmesi için atın ensesinde bakıcısının yanına yine kendisini taşıyarak getiren yük hayvanına yüklenmeliydi[49]. Köpeklerin avlardaki fonksiyonlarına dair yorum yapabilmek için görsel veriler sunan yegâne ana kaynak, av sahnelerinin konu edildiği minyatürlerdir. İki ciltten oluşan ve XVI. yüzyıl eseri olan “Hünernâme”de Osmanlı padişahlarının avcılıktaki maharetlerini ve av seferlerinin ihtişamını ön plana çıkaran çok sayıda minyatür bulunmaktadır. Çalışmada Hünernâme’nin yalnızca birinci cildinin yayımlanmış versiyonundan istifade edilebilmiştir. Minyatürlerde samsonlara, zağarlara ve zağarcılara da yer verildiği gibi köpeklerin, av hayvanlarına saldırıya geçtikleri betimlemeler de görülmektedir (Bkz. Minyatür 10). Minyatür 10: Hünernâme’de Yıldırım Bâyezîd ’in Yenişehir’de avlanması konulu minyatürde zağarlar, zağarcılar ve doğancılar. Resmin sol üst tarafında bâzdârlar ve kuşları görülmektedir. Betimlemeler, köpeklerin avlarda kontrol edilme ve yönlendirilme dışında hangi hayvanlar üzerine salındığını gösteriyor. Bu hayvanlar daha ziyade tavşan ve gazel olduğu görülmektedir. Av yapılan herhangi bir alanın coğrafi yapısı ve bitki örtüsü göz önüne alındığında, köpeklerin becerilerinin anlaşılabilmesi için seçenekler artar. Minyatür 11: Hünernâme’de Yavuz Sultan Selim’in pars avı sırasında tazıların tavşan ve gazelleri kovalaması. Ormanlık bir arazide bir köpeğin bir tavşanı kovalaması kolaydır, ancak bir atlı ile kovalanması son derece zordur. Geyikleri takip etmek de bir atlı için gayet zordur. Avın gözden kaçırılmaması için köpeğin koşu sırasında havlaması bile takibi kolaylaştırır. Açık alanlarda bu tür kovalamacalar kaçış halindeki avın güdüsünü etkiler. Hayvan kovalanırken, at üzerinden kendisine gelecek bir başka tehlikeyi -ok ya da kemend- fark etmeyebilir. Nihayetinde vahşi doğada hayvanlar hassastır okun yaydan çıkışı sırasında çıkacak bir ses ya da okun uçuşu sırasında çıkacak bir sese ani refleks gösterebilirler. Bu aşırı duyarlılık hali, canhıraş bir kovalamaca esnasında ortadan kalkar. Minyatürlerden anlaşılacağı üzere köpeklerin kullanıldığı av organizasyonu türü, sürek avlarıdır. Ama köpekler kuş avlarında da takip amaçlı ve vurulan kuşu bulmak amacıyla kullanılıyordu. Minyatür 12: Hünernâme’de Sultan II. Bayezid’in Filibe-Uzunova’da (Bugün Bulgaristan’da Uzundjovska’dır) avlanırken köpeklerin geyikleri ve tavşanları kovalaması. Miyatür 13: Hünernâme’de “Sultan I. Murad (Hüdâvendigâr)’ın Kaplan Avlaması” konulu minyatürde samson köpeği ve samsoncular. 5.3. Kuşlar Muhtas-ı Râzî iyidür, Âdem oglında üç hâletde tekebbür olur evvel tahta oturıcak ikinci elinde eyü çakırı olıcak üçinci yîg ata binicek (Kitâb-ı Bâznâme-i Pâdişâhî, 21b/3). Osmanlı avlarında kullanılan kuşlar hakkında elimizdeki kaynaklar farklı ama birbirini tamamlayacak türde bilgiler sağlar. Ana kaynaklar üzerinde sayıca fazla ve nitelik olarak ciddi çalışmalar yapılmamış olduğu için ikincil literatürde, Osmanlı avlarında kullanılan hayvanlarla ilgili görevlilerin teşkilatlanmaları dışında ne yazık ki yeterli bilgi yoktur. Ana kaynaklarda yer alan bilgiler bir araya getirildiğinde ise av için yetiştirilen kuşların ne kadar ciddi bir bakım ve eğitim sisteminden geçirildikleri anlaşılmaktadır. Kuşların tedariki ile ilgili detaylı bilgilere bakıldığında; kuşçuluk teşkilatının varlığını düşünürsek akla ilk gelen kuşların yetiştirildiği bâzhânelerde üreyerek çoğaltılmalarıdır. İkinci bir tedarik yolu ise; yukarıda teşkilat bölümünde belirtilen, taşra yapılanmasında görevli olan kümeci, yuvacı ve kayacı gibi görevlilerin tespit ve takip ettikleri yuvalardan tüylenmeye başlayan yavruları henüz uçacak seviyeye gelmeden yuvalarından toplamalarıdır. Bellerine bağladıkları iplerle sarp kayalıklarda bulunan yuvalara inen bu görevliler, yavrularını korumaya çalışan annelerinin saldırısına karşı, ellerinde tuttukları kalkanla kendilerini savunurlardı[50]. Bunun dışında yavru ya da yetişkin kuşların yakalanmasında tuzakçılardan da faydalanılırdı. Diğer bir tedarik etme şekli ise saraya gelen hediye kuşlardı. Özellikle saraya her yıl Eflâk voyvodalığından yirmi-yirmibeş kadar şahin vergi olarak gönderilirdi. Osmanlı bâzhânelerinde kartal, şahin, doğan, atmaca, çakır, sungur (akdoğan) gibi daha çok atmacagiller ve doğangiller familyasından kuşlar beslenir ve av için yetiştirilirdi. Faydalanılan iki bâznâmeden birisi olan Kitâb-ı Bâznâme-i Pâdişâhî’de Osmanlıların avlarda kullanmak üzere yetiştirdikleri kuşlar; kartal (tavşancıl), çakır, şahin, doğan, balabandır. Yazarı da bir bâzdâr olması muhtemel olan eserde yer alan bilgiler karışıktır. Sebebi ise yazarın eserini, giriş bölümünde belirttiği üzere, farklı milletlerden (Yunan, Hind, Çin, Türk, İranlı ve Arap) farklı “üstadların” kitaplarından ve kendi tecrübelerinden edindiği bilgileri kaleme almasından ileri gelmektedir[51]. Çoğu yerde bir kuş türü için aynı bilgilerle karşılaşılır ama bu bilgileri farklı kılan bazı hususlar vardır. Mesela çakırın fizikî özellikleri eserin farklı yerlerinde farklı şekilde anlatılır. Bunu sebebi ise; farklı coğrafyalarda yaşayan çakır türleri hakkında bilgilerin verilmesidir. Bilgiler tek bir çakır türü anlatıyor gibidir. Kitabın yazarı kitapta dört kuşa özellikle yer vermiştir. Bu kuşlar sırası ile doğan, çakır, şahin ve kartaldır[52]. Ancak ilginç bir şekilde çakır, doğan ve atmaca kuşları anlatım itibariyle aynı kuşlardır. Bölüm başlığında doğan yazsa da anlatımda çakırlardan bahsedilmektedir. Diğer çalışmanın ana kaynağı olan Kitâb-ı Bâznâme de ayrıntılı bilgiler verilmekle birlikte, benzer karmaşıklıklar bu eserde de görülür. Başlıklar altında yapılan anlatımlarda bir sıralama yoktur. Ancak bu çalışmada kullanılan ana kaynağa nazaran yazıldığı dönemin (XVIII. yüzyıl) dilini daha iyi yansıtır ve anlaşılır bir anlatıma sahiptir. Eserde, genel olarak “kuş” terimi kullanır. Sonra ise en çok “şahin” terimi geçer. Doğan, çakır gibi kuşlar pek anlatılmaz. Bakım, eğitim, hastalık ve tedavi gibi konularda kuşların adı verilmez. Anlatımlardan kuşların özelliklerine göre ayırmak gerekmektedir. Çalışmada kullanılan ana kaynaklarda ideal avcı/ alıcı kuşların tarifinde farklı anlatımlar görülür. Bir sıralamaya koyacak olursak ideal bir şahinde olması gereken fiziki özellikler şunlardır: Kırmızı renkte, iri cüsseli, başı küçük, gözleri büyük ve geniş, boynu ve kanatları uzun, kuyruğu kısa, incikleri iri, göğsü geniş ve güçlü olmalıdır. Özellikle inciklerinin ve göğüslerinin güçlü olması avlanmasında avantaj sağlar. Çünkü şahin avına hamle yaparken ona göğsü ile çarpar ve sonra pençeleriyle yakalar[53]. Şahin özenle eğitilmesi gereken bir kuştur. Karakteri itibariyle cesur, hırslı ve dostluğunu kazanmanın zor olması bakıcısından ve bâzhâneden kaçmasına sebeptir. Bu sebeple eğitimi son derece iyi verilmelidir[54]. Anlatılan bir diğer kuş çakırdır. Eğitilmeye uygun olan çakır; yuvasından daha tüleklik dönemine girmeden alınan yavru çakır yahut yuvada yetişen ama hiç yuvasından çıkmadan ve avlanmadan alınan yavru çakırdır. İyi bir çakırın başı küçük, boynu uzun, gözleri geniş, gagası uzun, taşlığı ile kuyruk tüylerinin dibi arası uzun ve geniş, pençesi iri parmakları arası geniş olmalıdır. Bu pençe yapısıyla avına hamle yaptığında pençelemesi kolaylaşır. Kanatlarındaki havafî denilen dördüncü sıra tüylerinin kısa, kuyruk kanatlarının ise uzun olması tercih edilir. Karakter olarak hoş huylu, hareketli ve av için gönüllü olmalıdır[55]. Peki, tedarik edilen kuşlar, nasıl yetiştirilmekteydi? İyi bir av kuşunun yetiştirilmesi için bakım ve eğitiminden sorumlu olan bâzdârın da çok iyi olması gerekirdi. Bir bâzdâr, “canını ve tenini bu sanata sarf edecek kadar”, işi ile meşgul olmalıydı. Kuşları tabiatları ile tanımalıydı. Sesini duyduğu kuşun hangi kuş olduğunu anlamalı, baktığı vakit gördüğü kuşun bâzhânede yavruluktan mı yetişmiş annesi babası ile yetişip daha sonra bâzhâne eğitimi mi almış olduğunu ayırt edebilmeliydi. Kuşu her daim gözetmeli hal ve hareketlerinden, yemesinden, içmesinden hastalığı olup olmadığını, hasta ise hastalığının ne olduğunu öğrenmenin yöntemini, uygulanacak tedaviyi ve ilacı bilmeliydi[56]. 5.3.1. Kuşun Yavruluk Safhası Yetiştirilmek için en ideal kuş yavru kuştur. Yavrunun “tüleklik” döneminde – yumurtadan çıktıktan sonra tüylerinin renk değiştirmesi dönemi- barınması için ayrı bir yer inşâ edilmelidir. Barınak (ya da “kürenç”) büyük, tozdan, topraktan ve rutubetten etkilenmeyecek şekilde yapılmalı ve güney yönüne bakmalıydı. Zemine fesleğen ve süsen gibi bitkiler döşenmeli ve üç günde bir bu bitkiler değiştirilmeliydi. Önlerinde sulukları olup suları günlük olarak değiştirilmeliydi[57]. Yavrunun beslenmesine itina gösterilmeliydi ki, özellikle ilk on günlük beslenme, yavrunun hızlı gelişimi açısından çok önemliydi. Yiyecekler özenle hazırlanıp ve belirlenen miktarlarda verilmeliydi. Eserden takip edildiği kadarıyla, bu dönemde yavrunun kaç gün boyunca nasıl bir diyet ile beslenmesi gerektiği ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Buna göre: İlk yedi gün: Kemiksiz, damarsız, sinirsiz olmak üzere hafif kanlı ve ceviz yağıyla karıştırılmış kaburga eti (etin hangi hayvandan olduğu belirtilmemiştir). Bu uygulamadan sonraki beslenme tüy değişiminin daha hızlı olması için yavrunun tüketmeye ihtiyaç duyduğu miktarın üçte biri oranında eksik verilmesi kaydı ile: (i) Bir kereye mahsus kendi yağında hazırlanmış kirpi eti (semirmesi için ete susam yağı da ilave edilmeli) 5.3.2. Tüleklik Sonrası Safha Yavru bir kuşun bâzhânede ilk safhada yukarıda anlatıldığı şekilde beslenip büyütülmesinden sonra farklı eğitimlere tabi tutulduğunu görürüz. Yavrunun uçurulması ve diğer eğitimleri almasına hazır olduğunu anlamak için sirke içirilmiş güvercin yavrusu, sıçan, keklik veya karatavuktan birisi seçilir, seçilen hayvana sirke verilir, sirkenin vücuda dağılması için hayvanlar uçurulur ya da hareket ettirilir. Sirkenin vücuda dağıldığından emin olunduktan sonra, bu hayvanın eti bir öğünde kuşa yedirilmelidir. Eğer kuş yediğini rahatlıkla sindirir ve sıhhatte görünürse artık eğitime hazırdır[62]. Kuşlar genellikle bâzhâneye geldiklerinde kendileri ile ilgilenen ilk bâzdârın gözetiminde yetiştirilirdi. Bâzdâr genellikle kuşu elde durmaya alıştırırdı. Kuş bu eğitim sırasında gezdirilir, mekânları ve etrafındaki hayvanları görür ve bunlara alıştırılmaya çalışılırdı. Özellikle at üzerinde ya da yük hayvanınca taşınacağı için bunlara ayrıca alıştırılırdı. At üzerinde hareket ederken dizgin, gem, diğer koşum takımlarının ve binicinin üzerindeki ekipmanların seslerine kuş iyice alışmalıydı. Mekânları tanıması kapsamında kapalı bir yere götürülecekse elde tutulsa bile vücut ortasına alınırdı. Kapıdan geçerken kapının ortasından geçilir. Kuşun sağına-soluna mümkün olduğunca dikkatini vermesine engel olunmalıydı[63]. İnsan, mekân ve diğer hayvanlarla olan eğitimler ilerledikçe uçma ve avlanma eğitimleri de verilmeye başlanmalıydı. Önce yerde avlayacağı avların eğitimi verilirdi. Bu eğitimde yine açlık ve ete olan düşkünlüğünden istifade edilir yere bırakılan koyun etini alması sağlanırdı. Üç günlük bu eğitimden sonra canlı av kullanarak gerçek talimlere başlanırdı. Genellikle ilk canlı av olarak tavuk kullanılırdı ama dikkatli olunmalıdır. Tavuğu almaya alışması halinde kuş, etraftaki hanelerde bulunan tavuklara saldırmayı adet edinebilir. Yolu ve yerleri öğrendiği için av taliminden yine tavukların olduğu alanlara kaçabilir. Eğitimin devamında yerdeki değil uçan kuşları alması ve yere indirmesi öğretilmelidir. Bu safhada kullanılan kuş kendisinden daha yavaş uçan turaç gibi kuşlardı[64]. Avını havada yakalayan kuşun avıyla birlikte yere inmesi/indirilmesi konusunda ana kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Ancak yüksek ihtimalle turaç ya da diğer av olacak kuşa bağlanacak bir ip yardımı ile alıcı kuşun yere indirilmesi sağlanıyordu. Tavuk ve turaç gibi daha yavaş hayvanlardan sonra, alıcı kuşun havadan yere daha etkili ve çeşitli hamleler yapmasını gerektiren, tavşan gibi hızlı hayvanlar (özellikle kartal eğitimlerinde) kullanılarak eğitimlere devam edilmeliydi. Eğitim süreci ile “alıcı” olma özelliğini öğrenen kuşun öğrendiklerini unutmaması için açık av alanında bir gün eğitim verilmeli diğer gün gerçek bir av yaptırılmalıydı[65]. Kuşun yeme-içme sistemi de gösterdiği gelişime göre tedrici olarak değiştirilmelidir. Yemeğinin miktarı, fiziki ebatları ile orantılı olmakla birlikte, kendi ebadına nazaran dörtte bir’i eksik oranda verilmelidir. Amaç açlık ile kuşu av için hırslı hale getirmektir. İlk üç gün bu şekilde beslenmeli, dördüncü gün yemek verilmemeli, beşinci gün ise tüm yemekleri elde tutularak yedirilmelidir. Eğer kuşun taşlığı dolmuş olmasına rağmen yemeye meyli var ve yiyor ise bu hala aç olduğuna işarettir. Güçten düşüp hasta olmaması için yemeği tam miktarda verilmelidir. Suyu vaktinde verilen kuş bir süre oturağında tutulmalı daha sonra taşlığında bulunanların tamamen sindirilene kadar elde tutulmalı, sindiriminden emin olunduktan sonra oturağında istirahata bırakılmalıdır. Kuşun ava olan meyli ve hırsı, düzenli eğitimle kabiliyete dönüştürülene kadar beslenmesi bu şekilde olmalıdır[66]. 5.3.3. Av Safhası Tüm eğitimlere ve eğitim amaçlı avlara rağmen kuşun en iyi ıslah edileceği, eğitileceği alan avlaklar en iyi eğitim şekli de avın bizatihi kendisi olmalıdır. Bâzdâr kuşa neler öğrettiğini, kuşun ne öğrendiğini, istenilen beceriyi ne kadar edindiğini, eğitiminin ne seviyede olduğunu ancak avda görebilirdi. Ava gidilmeden bir gün evvel kuşun yemeyi yine dörtte bir miktarında verilmelidir. Akşam yemeği, kuşu ava cesaretlendirmek ve hırslandırmak için yine sirke içirilip bir miktar hareket ettirilen güvercin yavrusudur. Su yemek ile beraber akşamdan verilmelidir. Av sabahı kuşa yemek verilmemelidir. Avlağa giderken bâzdâr yanında birkaç küçük parça sirkeye yatırılmış eti beraberinde götürmeli, kuşu av için salmaya yakın bir zamanda etleri yedirmelidir. Kuşa verilen az miktarda yemek salındığı avı yakalaması için onu daha hırslandırır ve atik bir hale getirir[67]. Bâzdâr av bitiminde kuşu avından nazikçe ve yumuşakça ayırmalıdır. Şiddetle ve zorla alınması kuşu kaçırabilir, hiddetlendirebilir ya da avını bırakmamasına sebep olabilir[68]. Kuş avına hırsla hamle yapıp avı almadığında (yakalamadığında), mümkün olduğunca avın etinden yemesine müsaade edilmemelidir. Eğer kuş hiddetlenir ve eti yemekte ısrar ederse at, sığır, geyik gibi hayvanların midelerinin alt taraflarında bulunan yağlardan nohut büyüklüğünde bir parça gagasına sürülmelidir. Bu yağlarda bulunan hoş bir koku (adı tespit edilemedi), kuşun sinirini yatıştırır, kuşun avdan ayrılmasını kolaylaştırır[69]. Av sırasında yaşanabilecek başka sorunlar da vardır. En önemli sorunlardan birisi de ava salınan kuşun kaçması, yere inmemesi veya bâzdârına dönmemesidir. Yere inmemesi halinde yapılabilecek ilk şey kuşların kanat tüylerinden yapılan bir aparatın sallanmasıdır. Eğer kuş hala yere inmezse ayaklarına bir ip bağlanan beyaz bir güvercin salınmalıdır. Alıcı kuşun böylece güvercine odaklanması, hamle yapması, kuşu yakalaması ve kuşun avı ile birlikte yere inmesi sağlanmalıdır[70]. Kuş avlarının yapılacağı avlakların fizikî coğrafyası da sorunlara sebep olabilirdi. Denize yakın yerlerde, geçilmesi zor akarsuların bulunduğu ormanlarda ve uzun çok otlu sahralarda, sarp dağlıklarda av yapılması kuşun kaçmasına ya da avını alıp kaçmasına sebeptir. Bu sebeple, bu alanlarda av yapılması pek tavsiye edilmez. Bu gibi durumlarda bâzdârın kuşu bulabilmesi için uygulayacağı çok az şey vardır. Bunlardan bir tanesi, bâzdârın yüksek bir tepeye çıkarak kargaların seslerinin yükseldiği yerleri takip etmesi, diğeri ise daha küçük kuşların toplu olarak ürküp kaçtığı yerleri takip etmesidir. Yavru iken yetiştirilen kuşlar bu şekilde kaçmazlar ama yavruluğundan sonra yakalanıp eğitilen kuşlar rahatlıkla kaçabilirdi. Kuşun kaçma âdetini terk etmesi için yağmurlu bir günde kuş ava bırakılmalıdır. Beklenen sonuç ise, ağaca konan kuşu yağmur altında ıslanıp üşümesi ile huyunu terk etmeyi öğrenmesidir[71]. Kuşun fazla semirtilmesi, çok fazla avda kullanılıp aldığı avlardan yedirilmemesi, hasta olması ve hastalığının anlaşılmadan ava götürülmesi, bâzdârın kötü davranması, ava çıktığında kendisi gibi alıcı yırtıcı bir kuş ile karşılaşıp korkması gibi sebeplerle de kuş ava rağbet etmez ya da av için havalandığında kaçabilir[72]. Çalışmanın sonuna yaklaşırken; evimde misafir ettiğim ve aşağıda fotoğraflarını paylaştığım iki değerli dostumdan, atmaca ve kerkenez olarak bilinen avcı kuşlardan kısaca bahsetmeden çalışmayı bitirmek istemedim. Fotoğraf 1 Fotoğraf 2 Fotoğraf 3 Fotoğraf 1 ve 2; Dişi atmaca. Boy: 41 cm, Kanat açıklığı: 80 cm Ağırlık: 195 gr. Atmaca şahingiller familyasından bir alıcı kuştur. Ülkemiz coğrafyasında çokça görülen, ağırlıklı olarak bıldırcın ve diğer yabani kuş türlerini avlamak için yetiştirilen ve eğitilen alıcı (avcı) kuş türü. Artık sözleşmemizin bittiği, göç zamanı geldiğinde, olması gerektiği yere yani doğaya bıraktığım güzellik. Fotoğraf 3 ise; Dişi kerkenez. Boy: 35 cm. Kanat açıklığı: 70cm. Ağırlık: 150 gr. Kerkenez doğangiller familyasından bir alıcı kuştur. Yine ülkemiz coğrafyasında sıkça görülen, ağırlıklı olarak kemirgenlerle beslenen, insan elinde av yapmayan doğaya faydalı vahşi bir kuş türü. Karşılaştığımızda daha yeni yuvasından ayrılmış, uzun bir süre aynı evi paylaştığımız, yetişkin olduktan sonra tekrar doğaya bıraktığım bir başka güzellik. 6. SONUÇ ve ÖNERİLER Geçmişte avcılık üzerinde yaşanılan coğrafya ve yaşam tarzının bir gerekliliği olarak ortaya çıkmış ve zaman içinde evirilmiştir. Av ve avcılık geçmişte insanoğlunun temel ihtiyaçlarını karşılarken günümüzde çok daha farklı nitelikler kazanmış, birçok tartışmaya da konu olmuştur. Geçmişten günümüze sözlü geleneksel ve yazılı kaynaklardan aktarılan bilgiler; sahada uygulanan yöntemler, teknik ve tecrübe gibi unsurların tespiti, günümüzde de uygulanabilir ve yol gösterici olması açısından büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada temelde, karada icra edilen av-avcılık sanatı anlatılmıştır. Bu konuda yazılan eserler incelenmiştir. “Saydnâme” ve “Şikârnâme avcılığın teknik yönlerini konu alan eserler iken, “Parsnâme” ve “Bâznâme” ise sürek ve kuş avlarında yardımcı unsur olarak kullanılan yırtıcı hayvanları konu alan eserler olarak öne çıkmaktadır. Bu kaynaklara ek olarak avcılık teşkilatına dair bilgi sunan “Mufassal Defterler”, “Muhasebe Defterleri”, “Av Masraf Defterleri” de yine yararlanılan belgelerdendir. Bu çalışmada karşılaşılan baslıca kısıt ise; Osmanlılarda av hayvanları üzerine yeterli sayıda araştırma yapılmamış olmasıdır. Tarih anlatılarının, Osmanlılar ve av konusunda bilgi açısından suskunluklarına karşılık, yine aynı dönemde sayıları az da olsa Osmanlı devlet teşkilatı hakkında bilgi veren diğer ana kaynaklar, Osmanlı av teşkilatının daha beylik döneminden beri var olduğunu ortaya koymaktadır. XVI. ve XVII. yüzyıl itibariyle de karşımıza çıkan av teşkilatı yapısı da gelişim evreleri açısından bu fikri destekler. Bu bakımdan Osmanlılar av konusunda kendilerinden önce oluşan gelenekleri ve kurumsal yapıları hem devam ettirmiş hem de avcılık teşkilatı kurumlarını geliştirdikleri olgusu ile karşılaşılır. Avcılık teşkilatında merkez ve taşrada istihdam edilen personelin, görevlerinin mahiyeti, bürokratik, mali ve askerî statüleri ve diğer nitelikleri kanunnamelerle hukuki bir zemine oturtulmuştur. Avlar konusunda Osmanlılar, coğrafyalarında avlanmaya müsait olan gidip gelebildikleri her araziden istifade etmişler ve bu alanları da fermanlarla, kanunnamelerle koruma altında tutarak avlak sahasının, avlak vasfını kaybetmemesine özen göstermişlerdir. Avlarda kullanılan yardımcı hayvanlar hakkında yazılan eserlerde hayvanların bakımı ve eğitimi konusunda son derece sistematik bir yapı vardır. Eğitimlerde hayvanların seçilmesinden eğitilme amaçlarına kadar geçen süreçte, tıp, diyetetik beslenme ve psikoloji ilişkisinin göz önünde tutulduğu görülür. Eğitimlerde özellikle; hayvanın bulunduğu ortama alışması, yetişmesi ve yetiştirilme amacına yönelik süreçte gerçekleştirilen uygulamalar geniş bir yer tutar. Bir hayvanda, gelecekte iyi bir av hayvanı olması için aranılan fiziki niteliklerden eğitimde kullanılan yöntemlere kadar birçok bilgi kayda geçirilmiştir. Osmanlı’da ayrıca av organizasyonları konusunda kuş avı, mîrî av ve sürek avının önemi vurgulanmıştır. Yardımcı unsurlar olarak kullanılan hayvanlar pars, samson, zağar ve kuşlardır. Ayrıca kuşun yavruluk safhası, tülek sonrası safhası ve av safhasında uygulanan teknikler büyük önem taşımaktadır. Yardımcı unsurlar kullanılsa bile her ne sebeple av yapılırsa yapılsın avcının yanından eksik olmayan yegâne silahı yayı ve okudur. Buna minyatürlerde de rastlanılmaktadır. Günümüzde ise av ve avcılık sanatı geleneksel formundan farklı olup, sportif bir aktivite olarak devam etmekte ve akademik çalışmalara konu olmaktadır. Bu nedenle alıcı kuş yetiştirmek isteyenlere yol gösterici olması açısından geçmişte uygulanan tekniklerinin, eğitim yöntemlerin günümüzde alıcı kuş yetiştiricileri açısından nasıl değerlendirildiğini, uygulanıp, uygulanmadığını ya da başka hangi teknikleri uyguladıkları gibi konularda da ileriki dönemlerde uluslar arası boyutta bir çalışma yapılması da planlanmaktadır. Bu çalışmada, yardımlarını ve desteklerini esirgemeyen Tirendâz üyesi Lisansüstü Tarih bölümü öğrencisi Ali Can Batmaz’a ve bir diğer Tirendâz üyesi Dr. Tanyeri Uslu’ya en içten teşekkürlerimi sunarım. KAYNAKLAR |