Yaylarda Çekiş Kuvvetine Dair




Dr. Murat Özveri

Okçuluğun belki de en güzel yanı, her cinsiyetten ve her yaştan insanın yapabileceği bir boş zaman uğraşı olmasıdır. Kullanılan yayın çekiş kuvveti okçunun fizik kuvvetine uygun seçildiği takdirde, fiziki kuvvetin getirebileceği sınırlamalar ortadan kalkar.


Çekiş kuvveti düşük yaylarla okçuluk rahatlıkla küçük çocukların renkli dünyasına sokulabilir. PVC su boruları, kısa zamanda çok şık çocuk yayları yapmak için biçilmiş kaftan.

İngilizlerin bulduğu ve dünya okçuluk literatüründe genel kabul görmüş ölçme tekniğine göre yayın çekiş kuvveti, yay kirişinin yay kabzasından 28 inch (71 cm) uzağa ne kadarlık bir ağırlık asmak suretiyle getirilebildiğine bakılarak belirlenir. Bu çekiş mesafesi yayın sırtından (hedefe bakan yüzeyi) itibaren ölçülür. AMO (Archery Manufacturers Organization) ise yay kabzasının iç tarafından itibaren 26,5 inch (67 cm) çekiş mesafesinde yapılan ölçümü esas alır. Bu değişiklik, modern yayların gövde ve kabza tasarımlarındaki değişikliklerin sebep olabileceği karışıklıkları ortadan kaldırmak için yapılmış intibaı uyandırmaktadır. Kore’de ise gelenekselleşen çekiş kuvveti ölçümünde, yayın çekiş kuvveti 30 inch (76 cm) çekiş mesafesi esas alınır. Çocuk yaylarında bu mesafe için firmaların değişik kabulleri vardır.

Okçuluğa yeni başlayanlar için kadınlara tavsiye edilen yay çekiş kuvveti 20-25 lbs (9-11 kg), erkeklere tavsiye edilen çekiş kuvveti ise 30-35 lbs (13,6-15,9 kg) dır. Müsabaka okçuluğunda ise durum farklıdır. Her spor dalında olduğu gibi spor okçuluğu da fizik kuvvet ve dayanıklılık gerektirir. Yarışmalarda hem belli sayıda oku belli bir zaman içinde atmak gerekir hem de hedef mesafelerine oku yetiştirmek gerekir. Üstelik okun bu mesafeyi mümkün olduğunca düz bir yol izleyerek ve mümkün olduğunca kısa süre havada kalarak kat etmesi istenir. Bu sebeple spor okçuluğunda belli bir çekiş kuvvetinin üzerinde yay kullanmak gerekir. Olimpik yay (uçbükümlü veya recurve spor yayı) kullanan sporcular, modern teknolojinin onlara sundukları imkânlardan olan yüksek verimli yaylar ve çok hafif karbon oklar sayesinde, 90 m’ye varan hedef mesafelerine ulaşmak için çok da kuvvetli olmayan yaylar kullanabilirler. Ancak genellikle 38-42 lbs (17-19 kg) kuvvetinde yaylar optimal çekiş kuvveti aralığı oluşturur.

1966’da makaralı yayın icadıyla fizik kuvvet okçulukta belirleyici bir faktör olmaktan çıkmıştır. Henüz olimpiyat oyunlarında bir kategori olmayan (ama olması için fikir teatisinin sürdürüldüğü) makaralı yaylar için spor okçuluğunda kabul edilen çekiş kuvveti 60 lbs (27 kg)’dir. Bu yaylarda çekiş kuvveti, çekiş yolunun başlarında azamî değerine ulaşır, sonra yay kollarının uçlarındaki makaralar sayesinde birden azalır. Okçu tam çekişe geldiğinde, makaraların tasarımına bağlı olarak, yay kirişini yayın azamî kuvvetinin çok altında bir kuvvetle tutar. “Let-off” tabir edilen bu mekanik avantajın çekiş kuvveti üzerindeki azaltıcı etkisi (“yüzde” cinsinden ifade edilir) müsabaka yaylarında belli bir sınırda tutulur.

Yayla avcılık, yay çekiş kuvvetinin belli değerlerin üzerinde olmasını gerektiren bir başka sportif faaliyettir. Avlanırken uzun mesafelere atış yapma ihtiyacı yoktur, ama okun av hayvanını öldürebilecek kinetik enerji ve momentum seviyelerine ulaşması istenir. Bu sebeple, spor okçuluğuna girmesinin yanında, başta ABD olmak üzere yayla avcılığın yaygın olduğu ülkelerde avcıların en çok tercih ettiği yaydır.

  

Makaralı yaylar avcılık dünyasında neredeyse standart haline gelmişken, geleneksel yayların avlanma amacıyla kullanılması da sürmektedir. Geleneksel yaylar, nişan almayı kolaylaştıran aksesuarlara sahip olmadıkları gibi, tam çekişe gelindiğinde okçunun uygulaması gereken kuvveti azaltan mekanik desteğe de sahip değillerdir.

Okçuluğun bir spor dalı olması, günümüzden en fazla 500 yıl geçmişe uzanır. İnsanlık tarihinin son 15.000 yılına damgasını vuran yay ve ok, başlangıçta muhtemelen protein ihtiyacını karşılamakta kullanılmıştır. Ancak tarihöncesinin avcısıyla modern avcının yayında aradıklarının -veya bulabildiklerinin- aynı olmadığını da söylemek lazım. Bunun sebepleri, ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar zengindir Ancak kısaca özetleyecek olursak:
1-Avcı-toplayıcı dönemde avcılar hayvan sürülerinin peşinde onların göç yolları üzerinde sürekli hareket halindeydiler. Kaya resimlerindeki tasvirler göstermektedir ki, avcılar avlarına grup halinde yaklaşıyor ve muhtemelen hayvanları geçit sırasında vuruyorlardı. En azından resimler, sürek avına benzer manzaralar göstermektedir. Bu resimlerde hayvanlar hemen her yönden atılan çok sayıda okla vurulmuş ve koşarken tasvir edilmektedir. Hayvanı “kızılca koltuk” da denilen ve akciğer, kalp ve karaciğer gibi hayâtî organları içeren vücut bölgesinden tek okla vurarak öldürme; bugünün tabiriyle “etik öldürme” (ethical kill) belli ki tarihöncesi avcının kafasına taktığı bir mefhum değildi. Doğayla iç içe yaşayan ilkel insanın iz sürme becerileri şüphesiz modern insanınkinden yüksekti ve yaralanarak kaçıp giden bir hayvanı bulmak büyük sorun teşkil etmiyordu. Yine de muhtemeldir ki ava yakın veya orta mesafelerden atış yapılabiliyordu.

2-Bu kaya resimlerinin sıradan bir avlanmayı değil, resmetmeye değecek özel bir av partisini tasvir ediyor olma ihtimalini düşünmek gerekir. Hayvan göçlerinin zorunlu geçiş rotaları üzerinde durup binlerce hayvandan oluşan sürülerin geçiti beklenmiş olabilir. Günümüzde de bazı bölgelerde devam eden böyle avlanma şekilleri vardır. Mesela büyük göçleri sırasında bir nehirden geçen Ren geyikleri, tam da bu mevsimde beklenir ve vurulurlar. Bunun dışında, belki hayvan sürülerine yavaşça sokulup yay menziline giriyor ve mümkün olduğunca öldürücü tek bir atışla işi bitirmeye çalışıyorlardı. Elbette, grup olarak avlanan avcıların böyle büyük bir sürüyü ürkütüp sürerek pusuya çekiyor olmaları ihtimali de var. Bu teknikleri mesela Kuzey Amerika yerlileri tarafından 18. yy’a kadar uygulanıyordu ve kayıt altına alınabildi. Şunu da ilâve etmek gerekir: Kuzey Amerika’da yayın izi M.S. 300’lere kadar sürülebilmektedir. At ise çok daha yenidir ve kıtayı ilhak eden İspanyol kâşiflerle gelmiştir. Yani Hollywood klişelerinden olan at üzerinde bizon avı, tarihöncesi sürek avcılığının anlaşılmasında doğru bir model değildir. Yaya veya atlı, bu avlanma tekniğinde de ava çok yakın mesafelerden atış yapılıyordu.

3- Üçüncü bir avlanma tekniği de gizlenip pusu kuran avcının avı kendisine çekmesidir. Burada da tek ve öldürücü bir atış yapmak amaçlanır. Avcının avı kendine çekmek için hayvan seslerini taklit etmiş olması kuvvetle muhtemeldir (Kuzey Amerika Kızılderilileri geyik avında böyle yapardı). Bu durumda da atış nispeten yakın mesafeden yapılacaktır.

Tarih öncesinde savaş: İspanya Castellon’da bulunan Morella La Vella’daki kaya resminde, yay ve ok kullanarak savaşan adamlar.

4- Tarihöncesi avcının yayını farklı kılan ve avlanma yöntemlerinden çok daha önemli bir
Diğer parametre ise dönemin teknolojisidir. Prehistorik yay kalıntılarından yola çıkılarak yapılan replikaların pek azı döneminin teknolojisiyle yapılan okları yayla avcılık için oluşturulan modern mevzuatta öngörülen kinetik enerji değerlerine ulaştırabilmiştir. Taş Devrin teknolojisi büyük ağaç gövdelerini hammadde olarak kullanmayı imkânsız kıldığından, yaylar nispeten küçük çaplı ağaç gövdelerinden oklar da ağaç sürgünleri veya kamış türlerinden yapılıyordu. Bu şekilde hem yayları verimli yapmak zordu hem de oklar hafif olduğundan kinetik enerji açığını kapatacak momentumdan da yoksun kalınıyordu. Çakmaktaşı veya obsidyenden yapılmış ok uçları, modern çelik av uçlarına göre daha küçüktü ve bu sebeple hayvan vücudunda daha az dirençle karşılaşıyor, düşük ok hızlarına rağmen daha derin penetrasyon sağlıyordu. Yine de bu deneysel arkeoloji çalışmaları, tarihöncesi avcının diğer kabile üyeleriyle birlikte aynı hayvan üzerinde sağladıkları çok sayıda isabete ve yaralı hayvanın izini sürme becerilerine güveniyor olduklarını doğrulamaktadır.

Mezolitik döneme tarihlenen ve Ren geyiği avcılarını gösteren kaya resmi. Aynı hayvanda görülen birden fazla ok, çok sayıda avcının aynı anda atış yaptıklarını açıkça gösteriyor. (Castellon, İspanya)

Neolitik dönemde yerleşik yaşama geçilmesi, hayvanların evcilleştirilmesi ve kültür bitkilerinin tarımının yapılmaya başlanması, avcılığı hayatta kalmanın tek ve en önemli uğraşı olmaktan çıkarmıştır. Ancak kurumlarıyla yerleşmiş din-tarım toplumlarında da avcılık önemli yer tutmuştur. Boş zaman uğraşı olmasının yanında; yiğitlik ve güç gösterisi, savaş tatbikatı ve en sonunda da bir spor olarak değişik anlamlar kazanmış, varlığını sürdürmüştür.

Türk milletlerinde avcılık bozkırlardaki ortak yaşam tarzına kadar takip edilebilmektedir. Burada avcılık bir geçim kaynağı olduğu kadar bölge insanını sert yaşam koşullarına hazırlamaya yönelik bir tâlim olarak da uygulanmıştır. Avcılığın ve yağmanın ekonominin bir parçası olduğu Orta Asya bozkır yaşamında, yay ve at hayâtî önem taşıyan unsurlardı. Bunun doğal bir sonucu olarak, her kız ve erkek çocuğu iyi bir binici ve okçu olarak yetişmek zorunda kalmıştır.

Farklı dil ailelerinden lisanlar konuşan ve değişik etnik kökenlerden gelen insanların şekillendirdiği bu ortak kültür içinde, nev-i şahsına münhasır bir avlanma şekli de geliştirilmişti. Hayvanların sürülerek bir çember içine alındığı, sonra avcıların atla bu çemberin içine girerek ve muhtelif silahlar kullanarak hayvanları öldürdüğü bu yöntem, en az Cengiz Han zamanından beri bir askerî tatbikat olarak uygulanmıştır. Selçuklu ve erken dönem Osmanlı sultanlarının da kendilerini ve ordularını formda tutmak için böyle av partileri düzenledikleri, hattâ bunu sefer sırasında bile yaptıkları bilinmektedir.

Bu atlı sürek avına bakıldığında, tarihöncesinde olduğu gibi “etik öldürme” konseptine aldırılmadığı görülür. Birçok minyatürde, peşlerindeki suvariler tarafından kovalanan, vücutlarının değişik bölgelerinden aldıkları ok yaralarıyla kaçmaya çalışan hayvanlar resmedilmiştir. Onaltıncı yüzyıla ait bir manzum eserde, böyle bir av partisinin tasvirinde bir ceylan – üstüne saplanmış çok sayıda ok sebebiyle- kirpiye benzetilir. Tabii burada dörtnala giden bir atın üzerinden atış yapıldığını ve avın çoğunlukla arkası avcıya dönük olarak kaçmakta olduğu unutulmamalıdır. Modern avcılıkta, hayvanın tam yan dönerek hayâtî bölgesini avcıya temiz bir atış şansı verecek şekilde açması beklenir. Atlı sürek avının geliştirildiği dönem kompozit yayların yapılıp kullanıldığı dönemdir ve bu teknoloji yüksek çekiş kuvvetinde yaylar yapmayı mümkün kılmaktadır. Yine de at üzerinde kullanılan bir yayın nispeten düşük çekiş kuvvetlerinde yapılmış olabileceği düşünülebilir. Hayvanın çok sayıda isabet alması ve kaçamayıp insanlardan (ya da IV. Mehmed dönemindeki gibi ahşap çitten) oluşan çember içinde sıkışıp önünde sonunda kan kaybından ölecek olması, yüksek çekiş kuvvetinde yaylar kullanmayı gereksiz kılar. Ne var ki, savaş yaylarının yüksek çekiş kuvvetlerinde yapıldığı bilinmektedir. Bu bilgi tek başına avda da kuvvetli yaylar kullanıldığını ispatlamaz. Birçok Kızılderili kabilesinin avda ve savaşta farklı kuvvette yaylar kullandıklarını bilinmektedir (mesela Çerokiler’de savaş yayları av yaylarından daha kuvvetlidir). Ancak, Türk dünyasında bir savaş tatbikatı olarak yapılan avcılıkta, tıpkı tiyatro oyunlarının kostümlü provaları gibi, sıcak çatışmanın bütün gereksinimlerine uygun teçhizat kullanılmış olabileceği de düşünülebilir.

Kanûnî Sultan Süleyman’ı avlanırken gösteren bu minyatür, at üzerinde yapılan avın oldukça realist bir canlandırması. Yaban mandası üzerinde çok sayıda ok yarası ve bunların bir çoğu ölçümcü bölgelerde değil. Avcılıkta “etik öldürme”nin modern bir konsept olduğunun açık bir teyidi…

Tarihin akışı içinde yay ve okun insanlar arasındaki çatışmalarda ilk defa ne zaman kullanıldığını bilmek zordur, ancak İspanya’da bulunan ve paleolitik dönemin sonlarına tarihlenen kaya resimlerinde yayın kullanıldığı bir savaş sahnesi mevcuttur. Atın evcilleşmesinden sonra, önce atın çektiği savaş arabaları ve sonra da doğrudan at üzerinde kullanılmaya başlandı yay. Atlı okçuluk, Orta Asya bozkırlarının bütün halklarının paylaştığı bir ortak kültürel değer olarak, 18. yy ortalarına kadar varlığını sürdürdü.

Atlı okçunun kullandığı yaylar hakkındaki akıl yürütürken gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha vardır: Atlı okçunun çok kuvvetli yaya ihtiyacı olmayabilir. Okun uzun mesafelere yatık bir uçuş çizgisi çizerek uçması, modern okçuluk ekipmanındaki gibi nişan almayı sağlayan aksesuarlar olmayan klasik yaylarda okçuya büyük avantaj sağlamaktadır. Kuvvetli bir yay, değişik mesafedeki düşmana göre alt-üst ayarlama yapma ihtiyacını azaltacaktır. Ancak, atlı okçu düşmanla arasındaki mesafeyi kendisi ayarlar. Yüksek isabet sağlayacağı mesafelere kadar yaklaşıp atışını yapması ve hızla çatışma hattından uzaklaşması mümkündür. Kuvvetli yayların zırhlı düşmana karşı avantaj sağladığı düşünülebilir, ama bu aslında çok fazla dayanağı olan bir düşünce değildir. Yay ve ok zırh karşısında sanıldığı kadar çaresiz değildir. Suvarinin taşıyabildiği nispeten kalın plaka zırhlar okları durdurabilirken, daha ince zırhlar giymek zorunda olan piyade, mâkul kuvvetteki yaylar karşısında bile korunmasızdır. Zincir zırh ise oka, terayağın sıcak bıçağa karşı koyabildiği kadar koyabilir. Bir kaç yıl önce benim yaptığım bir deneysel çalışmada (2008), kopma mukavemeti 430 N/mm2 (Sertlik derecesi: 135 HV) olan 2 mm kalınlığındaki çelik levha 56 lbs (25 kg) çekiş kuvvetinde kompozit bir Osmanlı yayı replikasıyla, değişik ağırlıkta oklar ve ok başları kullanılarak, 8 ve 16 m mesafeden yapılan atışlarla delinmiştir. Çalışmanın sonuçlarına göre, bazı ok-ok başı kombinasyonlarıyla elde edilen penetrasyon hayâtî tehlike oluşturacak seviyededir. Bu çalışmanın test medyumu 15. yüzyıl zırhları için verilen sertlik derecesinin (120-220 HV) alt sınırına yakındır, ancak unutulmamalıdır ki, kullanılan yay da savaş yaylarına göre çok düşük çekiş kuvvetindedir.

  

Kendi yaptığım çalışmada 135 HV sertliğinde 2 mm kalınlığında çelik levhada elde edilen penetrasyon. Kullanılan yay ise, 56 lbs çekiş kuvvetiyle kuvvet bakımından eski savaş yaylarının yanında bile yaklaşamaz.

At üzerinde nispeten hafif yaylar kullanılmışsa bile, burada “nispeten” sözünün altı çizilmelidir. Kompozit yay, ancak belli bir çekiş kuvvetinin üzerine çıktığında basit ahşap yaylara göre daha yüksek verim seviyelerine ulaşır. Adam Karpowicz’in 2007 tarihli “The Mass of Bows” başlıklı makalesinde anlatıldığı gibi, 65 lbs’ye kadar yaylarda kompozit bir yayın bariz bir üstünlüğü yoktur. Eski çağların savaşçılarının pragmatist karakterlerinden şüphe etmemek gerekir. Kompozit yay yapmak için harcanan zaman, emek ve para düşünüldüğünde, atlı bir savaşçının elinde kompozit yay varsa, bu 65 lb’nin üzerinde bir çekiş kuvvetinde olmalıdır. At üzerinde daha düşük çekiş kuvvetinde yaylar kullanılmış olsun veya olmasın, Batı’da da Doğu’da da savaş yayları bizim bu deneyde kullandığımızdan çok daha kuvvetli yapılıyordu. Anlaşılan o ki, zırhlar okları tamamen durdurmaktan ziyâde, özellikle içe giyilen kalın kumaştan bir içliğin de yardımıyla, ölümcül yaralanmaları engelliyordu. Jaroslaw Belza’nın 2009’da yaptığı ve esas olarak kundaklı yay (arbalet) ve yayın performanslarını karşılaştırmayı amaçladığı çalışmada elde dövülerek yapılmış ok başları taşıyan Türk oku replikaları (26,5-34,9 gram arası çeşitli ağırlıklarda), Türk yaylarıyla elde edilecek hızlar taklit edilerek hava basıncıyla fırlatılmıştır. Soğuk çekilmiş çelikten 2 mm kalınlıkta çelik plakada 0,6-4,6 cm penetrasyon sağlanırken; plaka kalınlığı 1,5 cm’e indiğinde, penetrasyon değeri 10 cm’e yükselmiş ve ölümcül yara oluşturacak değerlere çıkmıştır. Belza’nın araştırmasında Türk oklarının sert yüzeye isabetlerinde “kırılmadıkları takdirde” İngiliz Uzun Yayı için tespit edilmiş olan değerlerden “biraz daha iyi” penetrasyon sağlandığı gözlemlenmiştir, ancak delme performansı istikrarsız bulunmuştur.

Suvari nispeten kalın (ve ağır) zırhlar taşıyabilirken, piyadede vücut zırhı en kalın olduğu göğüs bölgesinde 2 mm’nin üstüne çıkamıyordu. Miğfer, suvaride de piyade de 3 mm kalınlığa ulaşıyordu. Piyadede kol ve bacak zırhları 1 mm civarına iniyordu ve eldeki verilerin açıkça gösterdiği gibi, atılan oklara karşı hatırı sayılır bir güvenlik sağlayamıyordu.

Zincir zırh okları durdurmakta tamamen çaresiz kalmaktadır. Bu sebeple, Orta Doğu zırhlarında vücudun hayâtî bölgelerini koruyan kısımlar metal plakalarla güçlendirilmiştir.

Savaş yaylarının çekiş kuvveti ne kadardı? Osmanlı savaş yaylarının çekiş kuvvetleri, Adam Karpowicz’in 2005’de Topkapı Sarayı Müzesi’nde (TSM) yaptığı araştırma sonucunda tespit edilmiştir. Karpowicz’e göre Müze koleksiyonunda 40 lbs-240 lbs (18-108,96 kg) arasında yay bulunmaktadır. Bu bulgular 1982’de da su altı arkeologlarınca gün ışığına çıkarılan Mary Rose batığında bulunan 172 adet İngiliz uzun yayından (İUY) elde edilen verilerle benzerlik göstermektedir. 1545’de battığı bilinen bu savaş gemisindeki yayların çekiş kuvvetleri 100-180 lbs (45 kg-81,5 kg) arasında değişmektedir. Karpowicz TSM koleksiyonundaki çekiş kuvvetlerini tespit ettiği yayların 80-180 lbs (36-81,7 kg) çekiş kuvvetinde olanların askerî amaçlarla kullanılmış olması gerektiğini düşünmektedir.

Gerek İngiliz Uzun Yayı gerek Osmanlı yaylarının inanılmaz yüksek çekiş kuvvetleri, elbette bunlarla atış yapabilecek okçuları yetiştirme zorunluluğu da getiriyordu. Batı’da, Doğu’dakinin tersine, soylu savaşçının kanı yay ve oka ısınamamıştır. Ortaçağ’ın soylu Avrupa şövalyesi, erkekçe savaşı düşmanla göz göze geldiği yakın çatışmadan ibaret görüyordu. Yay Avrupa’da 12. yy’dan itibaren, o dönemin savaş stratejilerinde kendine önemli bir yer edinmeye başladı. Hem de enteresan biçimde, onu hâkîr gören şövalyenin karşısına dikilerek! Dörtnala saldıran ağır zırhlı suvariyi tahtından indirecek olan İngiliz Uzun Yayı, çiftçi ailelerinden devşirilen ve “yeoman” denilen gençler tarafından kullanılıyordu. Dönemin araç-gereci ile çiftçilik yapmak büyük fizik kuvvet ve dayanıklılık gerektiriyordu. Bu gençlerin oluşturduğu okçu birlikleri devamlı ve düzenli antrenman yapıyor, iyi besleniyor ve iyi maaş alıyorlardı. Yaşam tarzlarının doğal bir sonuncu olarak sahip oldukları fizik kondisyon üzerine yaptıkları tâlim, bahsi geçen kuvvette yayları kullanmalarını mümkün kılıyordu.

İngiliz Uzun Yayı, Ortaçağ Avrupası’ında savaş alanlarında uzun süre ses getirdi. Arkasındaki mühendislik bakımından son derece basit sayılabilecek bu muhteşem silah, ağır zırhlı şövalyenin yenilmezlik tahtını sarsacaktı.

Doğu’da yay soylu savaşçının tercih ettiği silahtı, ama kuvvetli yaylar kullanmak için gereken fizik kondisyon ihtiyacı bakımından durum farklı değildi. Bozkırların çetin yaşam şartlarında doğan, büyüyen ve at üzerinde çobanlık yapan çocuklar günlük hayatta kaslarını modern insana göre çok daha fazla kullanıyorlardı. Bu da onları dayanıklı ve güçlü yapıyor olmalıydı. Ancak o döneme ait olup bozulmadan kalabilmiş yay çok az olduğundan, bunların çekiş kuvvetleri hakkında kesin bir fikir ileri sürmek mümkün değildir. Yalnız, din-tarım toplumu kimliğine kavuştuktan sonra da bu savaş kültürünü sürdüren Türk milletlerinde orduların profesyonel askerlerden oluşuyor olması, okçuluk için gereken fizik kuvvetin eğitimle kazandırıldığını düşündürmektedir. Savaş esiri olarak ele geçen kölelerin askerî eğitimden geçirilmesiyle oluşturulan bu elit birlikler Selçuklular’da gulamân- hassâ ve Osmanlı’da kapıkulu ordusunu oluşturuyordu. Osmanlı profesyonel asker adaylarını kendi gayrı-müslim tebâsından devşirerek, bu sistemi devraldığı diğer kültürlerden bir adım ileri gitti. Daha küçük yaşlarında fizik kondisyonlarına, sağlıklarına ve cüsselerine -yani genetik kodlarına- göre seçilen adaylar, çok ağır fiziksel ve entelektüel bir eğitimden geçirilerek, yeniçerileri ve kapıkulu sipahilerini oluşturdular.
Yine de bu kadar kuvvetli yaylarla ok atmanın, bu tarz bir eğitimden geçmiş bireylerin vücudunda bile hasara sebep olduğuyla ilgili kanıtlar vardır. Bahsi geçen Mary Rose batığında, İngiliz Uzun Yaylarıyla beraber çok sayıda iskelet de bulunmuştur. Bunların incelenmesiyle, uzun yıllar ağır yaylarla tâlim yapmanın sebep olduğu kemik deformasyonları tespit edilmiştir. Bu deformasyonlar, gemicilikle ilgili ameliyenin oluşturabileceği deformasyonlardan ayrılarak, okçu iskeletlerinin ayırıcı tanısı yapılabilmiştir.
Osmanlı’da kullanılan yayların çekiş kuvvetleri bakımından Batı’dakilerle benzerlik göstermesi, uzun yıllar bu tür tâlimler yapan Osmanlı okçularında da benzer vücut hasarları olabileceğini düşündürmektedir. Kemikteki deformasyonlar dışında, modern spor okçuluğunda sıklıkla karşılaşılan fibroelastik doku yaralanmaları da muhtemelen bu profesyonel askerlerin karşılaştıkları daimî sorunlardı. Okçulukta en sık karşılaşılan fibroelastik doku problemleri, dirseklerde görülen epikondilitis ya da omuzlarda görülen bursitis gibi tendinitlerdir.
Günümüzde avcılık amacıyla kuvvetli yaylar kullanan okçuların bu tür sağlık sorunlarıyla karşılaştıkları, düzenli olarak okçuluk forumlarını takip eden herkesin mâlûmudur. Zaten okçuluğu yeterince uzun süre yaparsanız, sizin ya da etrafınızdakilerin başına küçüklü-büyüklü tendinitler gelecektir. Tendon iltihap ve yaralanmaları, tendon dokusunun yaşlanmayla azalan elastikiyetinin bir sonucudur. Tendonlar 30 yaştan sonra esnekliklerini yitirmeye başlarlar. Bu sebeple, istatistiksel olarak tendinitlerin en çok görüldüğü popülasyon “yaşları 29-49 arasındaki müsabık olmayan sporcular”dır. Eski çağların profesyonel savaşçılarının bu tür sorunlardan ne sıklıkla muzdarip oldukları, dönemin ortalama yaşam ve emeklilik süreleriyle de ilgilidir. Mesleği gereği hayatları pamuk ipliğine bağlı olan bu insanların orta yaşlara ulaşma ihtimalleri herhalde fazla değildi. Devrin fiziksel kuvvete dayanan savaşlarında ileri yaşlara kadar işe yaramadıklarını, “emeklilik” yaşının nispeten düşük olduğunu da düşünmek mantıklıdır. Ortalama yaşam sürelerini değerlendirirken, yaşamlarının savaş alanlarında geçmesinin yanında, yaşadıkları dönemin şartlarını da göz önünde bulundurmak gerekir. İnsanların enfeksiyon hastalıklarına karşı aşı ve antibiyotik gibi savunmalara sahip olmadıkları; yaralanmalarda asepsi, antisepsi ve anestezi olmaksızın müdahale edildiği; ısınma, barınma ve beslenme şartlarının bugüne göre çok kötü olduğu bir dönemden bahsedildiğini unutmamalıdır. Bütün bu verilerin ışığında, bu yayları kullanan okçuların genç, iyi eğitilmiş, düzenli tâlim yapan kişiler oldukları kesindir.
Geleneksel okçuluğun Türkiye’de bir geri dönüş yaşadığı bu yıllarda, okçuluğa başlayacak birçok meraklı da milletimize özgü zaaflar da kendini göstermeye başlamıştır. Her millet gibi bizim de iyi ve kötü yanlarımız var. Meselâ misafirperverlik, pratik zekâ gibi özellikleriyle adeta parlayan insanımız, maalesef altyapıdan yoksun ve kimi zaman patolojik denebilecek bir özgüvenle hareket etmekte, hemen her konuya doğru düzgün araştırmadan ve planlamadan balıklama dalmaktadır. “Göç yolda düzülür” deyimi, herhalde sadece bizim dilimizde vardır. Bilimsel bir bakış açısıyla yetişmiş insanlar için saç-baş yolduracak bir söz! Ancak tabii madalyonun diğer yüzüne de bakmak gerekir. Birçok vaka için “Akıllı adam düşünen kadar deli yol alır” deyimi de cuk diye yerine oturur. Sanırım asıl zorluk, bu iki uç bakış açısı arasında bir yerlerde dengeyi bulabilmektir. Başlamak için yeterli cesarete sahip olmak, ama öncesinde sistemli bir araştırma yapmak, sonra da duvarı küçük taşları üst üste koyarak, sabırla ve dikkatle örmek.
Geleneksel okçuluğa başlayacak kişilerin yüksek çekiş kuvvetlerinde yaylarla yola koyulmaları da böyle bir çarpık durum sergilemektedir. Bütün okçuluk dünyasının hemfikir olduğu bir gerçek şudur: Kuvvetli yaylarla başlamak; atış formunun doğru öğrenilmesi, gerekli motor hafızanın geliştirilmesi ve elbette kontrollü, isabetli atış yapılabilmesi için özenle kaçınılması gereken bir şeydir. Okçulukta kasların doğru kullanılması ve mükemmel vücut formu her şeydir. Özellikle de modern yaylardaki gibi nişan almayı sağlayan aksesuarları olmayan geleneksel yayları kullanırken. Bu sebeple Osmanlı tekke okçuluğunda yeni başlayanlar “kepâze” adı verilen gevşek yaylarla çekiş çalışmaları yaparlardı. Bir antrenör (pîr) nezâretinde doğru atış formunu öğrenirken, gerekli motor hafıza, yani beyin-kas koordinasyonu yavaş yavaş gelişirdi. Sadece savaş yayları değil, ecdâdın inanılmaz mesafelere ok attığı bilinen menzil yayları da uzun ve sabırlı bir eğitim/antrenman sürecinin sonunda kullanılıyordu.
Görmezden gelinen bir nokta da yayı çekebilmek ile ona hâkim olmak arasındaki farktır. Sağlıklı her erkek birkaç aylık ciddi bir çalışma sonrasında 80 lbs (36 kg) civarındaki yayları çekebilir. Ancak böyle bir yayla, mesela 1 saat süren bir antrenman boyunca atış yapmak, bunu yaparken de atış form ve istikrarını bozmamak başka bir şeydir. Ayrıca, düşük kütlelerine rağmen büyük çekiş kuvvetleri veren menzil yaylarının, savaş yaylarının tersine, azamî performansla çalışan ve büyük gerilim altında olan yaylar olduğu unutulmamalıdır. Tıpkı günümüzün Formula 1 arabalarının aynı yarış içinde bile lastiklerini değiştirmek gerekmesi, hattâ motorlarının bile ömürlerinin birkaç yarıştan fazla olmaması gibi; bu yaylar da rekor kırmak amacıyla yapılan atışa hazırlanıyor, kuruluyor, birkaç atıştan sonra yasılıyor olmalıydı. Kemankeş muhtemelen başka ve daha kuvvetsiz yaylarla ısınma atışları yaparak hem kaslarını hazırlıyor hem zihinsel hazırlığını tamamlıyor hem de havayı kontrol ediyordu.
Menzil atışları söz konusu olduğunda göz ardı edilen bir gerçek de şudur: Menzil yayları, bugün birçok kişinin sandığı kadar kuvvetli değildir. Okçular Tekkesi’nde “kabza almak” için talep edilen asgârî mesâfe (azmâyiş okuyla 800 gez, yani 524 m, pişrev okuyla 900 gez, yani 594 m) sanıldığı kadar sert yaylarla atılmamış olabilir. Geleneksel Türk yayları konusundaki en büyük uzmanlardan Adam Karpowicz, bu mesafelere 80 lbs (36 kg) çekiş kuvvetinde bir yayla ulaşılabileceğini düşünmektedir. Elbette mükemmel bir atış tekniği ve uygun “hava” olmazsa olmaz koşullardandır. 800 m’nin üstündeki mesafeler için ise elbette daha sert yaylar kullanılmış olmalıdır. Osmanlı menzil yay ve oklarının balistiği, bilek siperinin kullanımı, yaylara timar verilmesi hakkında daha bilinmeyen çok şey varken, çok kuvvetli yay kullanmanın rekor mesafelere ok düşürmek için yeterli şart olduğunu sanmak saflıktır.

Menzil okçuluğunda başarıyı kullanılan yayın çekiş kuvveti dışında; yayın timarlanması, uygun ok kullanılması, atışın siperle yapılması, rüzgârın yönü ve şiddeti, mükemmel bir tekniğe sahip olunması gibi başka birçok parametre belirlemektedir.
Türk geleneksel okçuluğu, her dalı başka bir yöne uzanan büyük ve yaşlı bir ağaç gibi, her meraklıya ayrı bir motivasyon sunuyor. Okçuluk ister bir savaş sanatı, ister bir spor dalı, ister bir boş zaman uğraşı olarak görülsün, sonuç olarak bir fiziksel aktivitedir. Bu sebeple, her sportif/fiziksel aktivitede olduğu gibi vücudun hazırlanması ve kazanılan kondisyonun korunması büyük önem taşır. Kullanılacak yayın çekiş kuvvetinin seçilmesi de kişinin fizik kondisyonu, çalışma düzeni ve amaçları değerlendirilerek yapılmalıdır. Böyle yapıldığında, bu sporu sakatlanmadan ve gittikçe daha çok zevk alarak yapmak mümkün olacaktır.