Türk ve Pers Atlı Okçuluğu




Türk ve Pers Atlı Okçuluğu

Yazan: Dr. Murat Özveri

Çeviri: Dr. Mert Topçubaşı

Türk Okçuluğu

Türk geleneksel okçuluğu üç zaman diliminde incelenebilir: İslam öncesi dönemdeki Türkî kavimlerin okçuluğu, İslam’ın erken dönemlerindeki Türk okçuluğu ve İslam dönemindeki Türk okçuluğu.

İslam öncesi Türk kabilelerinin okçuluk geleneği köklerini M.Ö. 1000 yıllarında varolmuş İskit, Part, Hun ve diğer Asya kökenli okçuluk geleneklerinden alır. Orta Asya bozkırlarının tüm atlı okçuları tarihleri boyunca benzer savaş donanımı ve taktikleri kullandılar. Ancak bu göçebe toplulukların hayat tarzları, günümüzde onları belli kavim veya ulus başlıkları altında sınıflamamıza izin vermemektedir. Bu insanlar aynı topraklarda ve aynı değerlere göre yaşadılar ve birbirlerinin dinlerini, dillerini, geleneklerini ve şüphesiz genetik kodlarını da etkilediler. Orta Asya’nın bu karmaşık genetik ve gelenek havuzunda, günümüz tarihçileri çok da güvenilir olmayan dilbilimsel izleri takip ederek yollarını bulmaya çalışmaktadırlar. Tarihçiler her ne kadar Ural-Altay ve Fin-Uygur dillerini konuşan kavimler arasında bir ilişki olduğu konusunda hemfikirlerse de, Aryan veya Hint-Avrupa dillerini konuşan diğer kabilelerin de bu ortak kültürün bir parçası oldukları bilinmektedir. Bu ortak kültürü sosyal hayat, dini inanışlar, tabular ve sanat kadar avlanma teknikleri de oluşturmaktaydı. Yüzyıllar boyunca çok sayıda uygarlık tarih sahnesine çıkmış ve sahneden inmiştir ama tümü arkalarında tek bir ortak iz bırakmışlardır: Asya okçuluğu ekolü.

Tarihin ve tarihçilerin bazı politik odaklar tarafından yönlendirildiği ve tarihî gerçeklerin çarpıtılabildiği herkesin malumudur. Eğer dikkat edilirse, birçok yanlış izlenimin, önyargıların ve kasıtlı yanlış bilgilendirmenin sonucu olduğu görülebilir. Buna güzel bir örnek, tarihçilerin göçebe ordularının sınıflamasını ordunun savaş liderlerine göre yapmalarıdır. Oysa Cengiz Han’ın ordusunda bile Türkler, hatta Çinliler gibi Moğol olmayan unsurların olduğu bilinmektedir. Etnik sürekliliği tartışmaya açık olsa da, Asya atlı okçuluk geleneği İskitlerden Partlar’a, Hunlar’a, Avarlar’a, Macarlar’a, Moğollar’a, Selçuklular’a ve Osmanlılar’a kadar uzanmış ve bu süreç boyunca okçuluk ekipmanı devamlı gelişmiştir.

Arkaik Dönemde Türk Atlı Okçuluğu

Bazı yazarlar Türkler’in Hunlar’dan geldiğine inansalar da, “Türk” kelimesi ilk kez 6. yüzyıla ait bazı Çin metinlerinde, Göktürklerden bahsedilirken geçer. Arkaik dönem Türk okçuluğu hakkında fazla bilgimiz olmasa da, bozkır insanlarına dair diğer bilgiler bu konuda bir fikir sahibi olmamızı sağlar. Eski Yunan, Roma ve Bizans belgeleri ve SSCB döneminde yapılan arkeolojik kazılar, göçebe hayatına ve kültürüne dair birçok konuyu aydınlatmıştır. Her ne kadar göçebeliğin farklı tipleri olsa da bu metinde bahsedilen; insanların hayvan sürülerinin peşinde hareket ederek yiyecek ve su aradıkları göçebeliktir. Göçebe bozkır insanları bir boya ya da kabileye bağlı bireylerdi ve liderleri topluluk içindeki konumlarını ve siyasî güçlerini kişisel yetenekleri ile kazanmış kişilerdi. Farklı etnik kökene sahip kabilelerin böyle liderlerin komutası altında birleşmesi sıkça görülen bir durumdu. Bu kavimler arasındaki kültürel, genetik ve askerî etkileşimler, İslam öncesi Türk atlı okçuluğunu da temsil eden bir “ortak atlı okçuluk kültürü”nden bahsetmeyi mümkün kılar. “İskit Üçlemesi” olarak bilinen bu karışık kültürel yapı, mezarlar buluntularından da anlaşılacağı gibi tipiktir: Bronz ve demir silahlar, atçılık malzemeleri, “hayvan motifi temelli” sanat ürünleri. Savaşçılar silahları ve atları ile gömüldükleri için mezarlar çok fazla bilgiyi günümüze taşımışlardır.

Bozkır insanlarına dair ilk yazılı kayıt M.Ö. 1000 yıllarına aittir ve bu insanlardan “İskitler” olarak bahsedilmiştir. Tarihçi Heredot bu kavimden İskitler olarak bahsederken, İranlılar onları “Sakalar” olarak adlandırır. İskitlerden sonra bölgeye hakim olan Sarmatyalılar’ı görüyoruz. Her iki step toplumu da İran dillerini konuşuyorlardı ve kendileri de bozkır kökenli olan Medler ve Persler’le yakın akrabaydılar. İskitler’in kültürü Türkler’in de köklerinin dayandığı Altay bölgesi halkları arasında yayıldı. Bu durum, Türk ve Pers toplumları arasındaki ilk etkileşim olması bakımından önemlidir.

Atın evcilleştirilmesi, binek hayvanı olarak kullanılması ve at neslinin ıslahı M.Ö. 4000-2000 tarihlerinde, bugün Ukrayna ve Rusya arasında kalan steplerde başladı. Atlar ilk önceleri etlerinden, sütlerinden, kıllarından ve diğer ürünlerinden yararlanılmak üzere yetiştirilirdi. Atların ıslahına, atların evcilleştirilmesinin hemen ardından başlandı. Atların özel işler için kullanılmaya başlaması, ıslah çalışmalarının daha da yoğunlaşarak devamına sebep oldu. M.Ö. 1000 yıllarında, İran dillerinin konuşulduğu ülkelerde savaş atları yetiştirildiği bilinmektedir. Partlar döneminde, Amu Derya nehri çevresindeki bölge at yetiştirmek için çok uygun olması ile ünlenmişti. At yetiştiricileri, tıknaz bozkır atı ile vahalarda ve çöl sınır bölgelerinde yaşayan Karabair ve Akhal-Teke gibi (ki bu at 3000 yıl boyunca suvari atı olarak kullanıldı) uzun boylu (yüksek cidagolu) ve hızlı atların kanlarını karıştırdılar.

At binme muhtemelen hayvan gütme ihtiyacının bir sonucu olarak doğdu. Sürülerin at üzerinde daha iyi güdülebildiği çobanlar tarafından fark edilmiş olmalıdır. Zaman içinde atın önemi daha da arttı ve mezar buluntularından da anlaşılacağı gibi, bir kült objeye dönüştü. Steplerde iyi bir at hayat ve ölüm arasındaki sınırı belirleyebilirdi ve bu göçebe kültürü de ata hak ettiği statüyü verdi. Bu kültürün ana silahları olan ok ve yay için de durum aynıydı. Önemli bir silah olmasının yanında ok ve yay birer tören objesiydi ve kutsal veya dini anlamlar taşırlardı. Arkeolojik kazılarda bulunan atlı okçu figürlerinin şaman törenlerinde kullanıldığı düşünülmektedir.

İskit dönemindeki en önemli gelişme olan kompozit yay ve sağlam bozkır atları, binicinin askerî anlamda etkin hale gelmesini sağladı. Zırhlı askerleri taşıyabilen ama ahır ve yiyecek olmaksızın hayatta kalamayan uzun boylu atların aksine, bu at türü bozkırın çetin koşullarında hayatta kalabiliyordu. Cengiz Han’ın önderliğindeki Moğollar daha sonraki yıllarda Avrupa içlerine ilerlerken, bu bozkır midillilerine bindiler. Diğer taraftan, arkaik dönem Türklerinin daha uzun boyunlu ve daha ince bacaklı başka bir cins ata bindiklerine dair kuvvetli deliller vardır.

İskitler bronzdan ve demirden silahlarla birlikte, gelişmiş koşum takımları da icat etmişlerdi. Yüksek eyerler ve üzengiler sayesinde binici at üzerinde daha rahat oturabiliyor ve özellikle ok ve yayını daha rahat kullanıyordu. Bozkır yaşamında sosyal olarak saygı görmenin yolu, savaş meydanında başarılı olmaktan geçiyordu. Bu kültürel kriterin bir uzantısı olarak, Türk çocukları ancak bir avda veya savaşta kahramanlık gösterdikleri zaman yetişkin isimlerini alabiliyorlardı. Toplumda kadın ve erkeğin sosyal görevleri ayrıydı, ancak kadınlar, savaşmak dahil olmak üzere, erkeklerin yaptığı her işi yapabiliyorlardı.

Önce geri çekilip sonra saldırarak düşmanı kendi ölümüne çekme taktiği de başka bir İskit buluşudur. Bu stratejiyi destekleyen, at üzerinde geriye dönerek ok atabilen okçunun inanılmaz becerisidir -ki bu atış stiline “Part atışı” denir. İslam öncesi dönemlerde “tarkan”ların (kahramanların) arasından, bir rütbe göstergesi olarak miğfere beyaz şahin tüyü takma ayrıcalığına, sadece at üzerinde hem öne hem arkaya ok atabilenler sahipti. Bu stil daha sonra Moğollar ve Türkler tarafından uygulandıysa da bu atış tarzına verilen isim, tekniğin Hint-Avrupa dilleri konuşan kavimlerce geliştirildiğini göstermektedir. Bugünkü Türkmenistan’ın eski sahipleri olan Partlar unutulmuş olabilirler, ama kültürel etkileri günümüz İngilizce’sindeki “parting shot”[1] gibi bazı deyimlerde hala görülebilir.

Göktürklerin ortaya çıkışıyla başka bir hikaye başlamıştır. Zaman içinde Türk adı etnik bir isim olmaktan çıkıp, bir kabileler konfederasyonun ortak ismi olmuş, hatta Osmanlılar zamanında, dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin ciddi biçimde birbirine karışmış halklarının ortak adı olarak kullanılmıştır. Türkçe konuşan savaşçıların güney-güneybatı yönünde Anadolu’ya doğru ilerlemelerinin sonucunda, yol boyunca yaşayan halklar ve topraklar zaman içinde Türkleşti. Türk asıllı kabilelerin İslamlaşmaları ile ve özellikle 16. yüzyılda Osmanlı sultanlarının Memluklar’dan halifeliği almasının sonucunda, Türk adı İslamî bir anlam da kazandı.

Kahramanlığın büyük saygı gördüğü tipik göçebe sosyal hayatında, avcılık temel ve hayatî bir faaliyetti. Avlanmak sadece günlük yiyeceğin temini için yapılan bir etkinlik değil, bir savaş idmanı ve törensel yönleri de bulunan sosyal bir olaydı. Avlanmak, tüm Orta Asya kabilelerince öncelikli ve etkili biçimde kullanılan yayın ve binicilik tekniklerinin geliştirilmesi için imkan da sağlıyordu. Diğer göçebeler gibi Türkler de avın at üzerinde takip edilip ok ve kılıçla öldürüldüğü sürek avlarını tercih ederlerdi. Bu biçimde avlanmak ve at binebilmek için uzun yıllar boyunca, her gün pratik yapmak gerekirdi. At binmek ve okçuluk eğitimlerine erken yaşlarda başlamak gerekiyordu. Çocuklar, koyunların sırtına binerek kuşlara ve sıçanlara ok atarlardı. Yaşları büyüdükçe ve yetenekleri arttıkça, yenilebilir avlardan olan tilkilere ve tavşanlara yönelirlerdi. Sonuçta, tüm genç erkekler at üzerinde savaşabilirdi. Barış zamanı çobanlık ve avcılıkla uğraşan bu insanlar, ekonomik kriz zamanlarında silahlanırlar ve yağmaya çıkarlardı. Yanlarında uzun menzilli silah olarak meşhur kompozit yayları, yakın dövüş silahı olarak ise kılıç ve mızrak olurdu.

8. yüzyıla ait bir Arapça metinde, Türkler’in atlı okçuluk yetenekleri detaylı biçimde tarif edilirken, özellikle dörtnala giden bir atın üzerinden her yöne büyük isabet oranıyla atış yapabildiklerinden bahsedilmektedir. Türk savaşçılarının atlarına ve silahlarına olan bağımlılıklarına da dikkat çekilmiş ve yanlarında her zaman yedek bir at ve yay bulundurdukları bildirilmiştir. Türkler, okçuluk yetenekleri kadar kendi okçuluk donanımlarını yapıp tamir etmekte de meşhurdular. Türkler’de yay yapımı eski zamanlardan beri profesyonel kemangerlerce gerçekleştirilmişse de Türk okçularla ilk karşılaşan Müslümanlar, Türkler’in bu yeteneğini de gözlemlemiş ve bundan çok etkilenmişlerdir. Gumilöv, Türk ordusunda bir piyade sınıfının olmadığını öne sürer ve Ermitaj Müzesi’ndeki Türk savaşçılarını tasvir eden heykellerin kıyafet ve donanımını delil olarak gösterir. Ayrıca Türk savaşçıların lameller tipte zırhlar kullandıklarını, temel silah olarak hafif bir mızrak taşıdıklarını söyler. Bazı Çin kaynaklarında geçen “Türk atlı savaşçıları mızraklarıyla ve İranlılar atlı okçularıyla geldiler ve Çinlilerin kabusu oldular” sözleri, Gumilöv’ün tezini destekler gibi görünmektedir. Gumilöv, Türklerin okçuluğu mağlup ettikleri boylardan ve kabilelerden öğrendiklerini de söyler. Arkeolojik bulgular ise 7. yüzyılda Türk ordularının ok ve yayla silahlanmış hafif ve ağır suvarilerden oluştuğunu göstermektedir. Türk hafif suvarileri içebükümlü (reflex) kabzalı, uçbükümlü kompozit yaylar kullanırlarken, ağır suvariler buna ilave olarak mızrak, kılıç ve gürz taşırlardı. 8. yüzyıl Göktürk İmparatorluğu’na dair bulgular ise Kağan’ın ordusunda az sayıda piyade bulunduğunu, ordunun çoğunluğun yay kullanan suvarilerden oluştuğunu göstermektedir.

Atlı okçuluk bazı açılardan diğer okçuluk türlerine benzer ama önemli sayılabilecek bazı noktalarda kendine özgüdür. Atlı okçunun sadece mümkün olan en iyi okçu olması yetmez, ayrıca çok yetenekli bir binici de olması gerekir. At sırtında ok atarken iki el de atışla meşguldür ve at sadece bacakların baskısıyla yönetilir. İşinin ehli birçok binici bunu bir noktaya kadar başarabilir, ama çok az kişi savaş koşullarında dörtnala koşan bir atın dizginlerini tamamen bırakmayı göze alabilir. Bir suvari için atın dizginlerini kaybetmek korkutucu bir durum sayılabilir, ama bozkırın atlı okçusu için bu, sürüleri güderken ve avlanırken pratiğini yaptığı bir şeydir. Dizginler olmadan bir atı idare etmenin başka bir yöntemi ise, atı dizginleri tutulmadığında düz bir çizgi üzerinde, sağa-sola dönmeksizin koşacak şekilde eğitmektir. At bu düz koşusunu, dizginlere küçük bir dokunuş yapılana kadar sürdürür.

Türk okçuluğunun İslamiyet öncesindeki ve İslam’ın erken dönemlerindeki durumu hakkında bilgi veren en önemli yazılı kaynak Dede Korkut Kitabı’dır. “Türk İlyadası” olarak da anılan bu kitap muhtemelen 15. yüzılda yazılmıştır, ancak 12. yüzyıla ait Türk destanlarını içerir. Hikayeler, İslamiyet’e yeni geçmiş ve 13. yüzyıl başlarında Kuzeydoğu Anadolu’ya yerleşmiş Oğuz Türkler’ini anlatır. Birçok yazar, İslami motiflerin bu metinlerin içine sonradan yerleştirildiğini düşünmektedir. Kullanılan dilin yapısı, hikayelerde izlenen sosyal hayat ve inançlar, yerleşmiş bir İslami yaşamdan çok bir geçiş dönemi yaşayan göçebe yaşam tarzına işaret eder. Türklerin İslamiyet’e geçişleri, Maveraünnehir bölgesinde 300 yıl boyunca İslam orduları ile girdikleri askerî, ticarî ve kültürel etkileşimin sonucunda olmuştur. 8 ve 11. yüzyıllarda bu bölgede yaşayan sınır halkı, kendi ana kültürlerinden çok farklı bir karmaşık askerî kültür geliştirip benimsemişlerdir. Bu sürecin sonunda, Türk göçebelerin yaşamlarında çarpıcı değişiklikler olmuş ve bu değişimde İranlı tasavvuf ehlinin düzenli misyonerlik faaliyetleri önemli rol oynamıştır. Türk ve Pers kültürleri arasındaki askerî strateji ve taktik alışverişinin, Türkler İslamiyet’i ve Arap alfabesini kabul ettikten sonra da sürmüş olması muhtemeldir.

Dede Korkut Kitabında tasvir edilen hayat, esas olarak avlanmak ve savaşmak üzerine kuruludur. Bir avlanma sahnesinde, avcının yayını çekmeden önce üzengilerin üstüne basarak doğrulduğundan bahsedilir ki bu, üzengilerin at üstünde atış yapmadaki önemini vurgulayan bir ayrıntıdır. Bazı uzmanlar, üzengilerin eyer üstünde ok atmaktan çok yakın dövüş silahlarının kullanılmasını kolaylaştırdığını savunmaktadırlar. Yine de üzengiler ok atarken sağlam bir duruş sağlamakla, özellikle geriye dönerek yapılan atışlarda atış kolaylığını ve isabet oranını arttırmış olmalıdır. Tüm destanlarda olduğu gibi, bu hikayelerin kahramanlarını da yenmek zordur. Oğuz kahramanları sadece uyuduklarında veya attan indiklerinde yakalanabilmekte, tutsak edilebilmekte ya da öldürülebilmektedir. Bu durum, hikayecinin gözünde atlı savaşçının nasıl yenilmez olduğunun başka bir göstergesidir.

Step halklarının askerî başarılarının sırlarından biri de gem, üzengi, kılıç, hançer ve ok ucu gibi malzemeleri yapabilmelerini mümkün kılan metalürjik (metalbilimsel) bilgileridir. Fakat şüphesiz icat ettikleri en önemli silah kompozit yaydır. İsminden de anlaşılabileceği gibi step halklarının bu etkileyici silahı birkaç farklı malzemeden yapılır. Ağacın (veya bambunun), boynuzun ve sinirin akıllıca birleştirilmesi ile bu yay inanılmaz fiziksel özelliklere sahip olur. Bu üç farklı malzeme birbirlerine hayvan dokularından elde edilen kollajen esaslı tutkallarla yapıştırılırdı. Bu Asya icadı, at üzerinde daha rahat kullanılmasını sağlayan kısa boyuna ilave olarak, basit ahşap yaylarda olmayan birçok mekanik avantaj sunar. Her şeyden önce, başlangıç çekiş kuvveti, tek kavisli (düz kollu) yaylarınkinden yüksektir. İkincisi, yay kollarının uç kısımlarındaki “kulak” tabir edilen, bükülmez ahşap bölüm, kısa yaylarda çekişin sonunda hissedilen “sıkışma” hissini ortadan kaldırır ve daha uzun çekişler yapmayı kolaylaştırır. Bazı erken Asya tipi yaylar için tipik olan ”kulak”lar; Hun, Avar, Macar ve Moğol yaylarının ortak özelliğidir. Asya tipi yayın gelişmiş örnekleri olan Osmanlı ve İran yaylarında, bu bölümde daha sonra anlatılacağı gibi, bu tamamı ahşap, bükülmez bölümler ortadan kalkacaktır.

Türkler Bizanslılarla Bizans Ordusunun en parlak dönemini yaşadığı 9. ve 10. yüzyıllarda karşılaştı. O dönemde Batı Avrupa’da savaş taktikleri ağır zırhlı şövalyelerin bireysel yetenek ve becerilerine dayalıydı. Aristokrat Doğu Avrupalı savaşçı ise sadece silah kullanma becerisi ile yetinmiyordu. Mavrikios’un, Leon’un ve Nikeforos’un savaş stratejisi ve felsefesi üzerine yazılmış kitaplarından yararlanarak, deneme-yanılma yöntemi ile öğrendiklerine teorik bilgi de ekliyordu. Bu kitaplardan Tactica’da Leon, Türklerle savaşmak için bazı önerilerde bulunmuştu. Leon’a göre Bizans piyadeleri atlı Türk okçuları ile ok savaşına girmemeliydi ve olabildiğince çabuk aralarındaki mesafeyi kapatmalıydı. Türk suvarileri hafif zırh giyerlerdi, ama atları zırhlı değildi ve step savaşçısı atını kaybettiği zaman tamamen çaresizdi.

Türklerin taktiği vur-kaç ile düşmanı taciz etmek, geri çekiliyormuş gibi yaparak düşmanın gücünü bölmek, onu kendini takip etmeye ayartmak, beklenmedik bir anda geri dönerek düşmanı ok yağmuruna tutmak ve düşmanın sayısı azaldığında çevresini sararak teslim almak ya da yaylım ok atışı ile imha etmek biçiminde idi.

İslam Sonrası Dönem: Selçuklu Sultanlığının Atlı Okçuları

Kayda değer ilk Müslüman Türk sultanlığı, Oğuz Türklerinin bir boyu olan Selçukluların kurduğu Selçuklu Sultanlığı’dır. Türkler zaten hayatlarında öncelikli bir yeri olan okçuluğa yeni dinlerinin de önem verdiğini görmüş ve bundan hoşlanmış olmalıdırlar. Kuran’daki bir ayette “muhtemel bir savaş için atları besleyin ve kuvvet hazırlayın” denir, ki burada geçen “kuvvet”, bizzat Hz. Muhammed’in tefsirine göre, ok atmaktır. Bu ayete ilave olarak, Müslümanları okçuluk çalışmaya teşvik eden 40 kadar hadis bulunur. 11.yüzyılda Selçuklular sınırlarına komşu İran şehirlerini fethettiler ve tüm ülkeyi, ciddi bir direnişle karşılaşmadan istila ettiler. Bu Türk istilası sonrasında İran topraklarında Büyük Selçuklu Sultanlığı kuruldu. Türk yöneticiler ülkeyi, kendilerine boyun eğen Pers bürokratların işbirliği ile idare etti. Selçuklular, yerel beylere bağlı suvari gücünün temelini oluşturacak olan “iktâ” adlı vergi toplama sistemini kurdular. Bu sistem Osmanlılar tarafından da benimsendi ve ıslah edildi.

Zamanın tarihçileri Selçuklu ordusundan “uzun menzil silahları olan etkili ve hareketli bir güç” olarak bahsederler. 1071’de Alp Arslan Malazgirt’te IV. Roman Diyojen’in emri altındaki güçlü Bizans ordusunu yendi. Tarihçiler Alp Arslan’ın sıra dışı liderliği kadar, hızlı ve ölümcül atlı birliklerinin yeteneklerinin de zaferin kazanılmasında önemli rol oynadığına işaret ederler. Selçukluların hafif suvarileri düşmanın ana kuvveti ile doğrudan çarpışmaktan kaçınırdı. Tercihleri, bozkır atlı okçusunun stratejisi olan “saldır ve geri çekil” idi. Bizanslılar düşmanlarını tanıyorlardı ve bu sebeple orduda yeni bir düzenlemeye gitmişlerdi. Atlı okçuları orduya dahil etmişler, piyadelerini uzun menzilli yaylar ile teçhiz etmişlerdi. Ama tüm bunlar Alp Arslan’ı yenmeye yetmedi. Bu savaş, Müslüman Türklerin Anadolu’yu yurt edinme sürecini başlattı. Daha sonraları Anadolu’da bir Selçuklu Sultanlığı daha kuruldu.

Malazgirt savaşında okçuların tirkeşlerinde, sadaklarında, hatta çizmelerinin konçları içinde 100 civarında ok taşıdıkları belgelenmiştir. İlk Haçlı seferinde Selçuklu ordusunun Haçlılarla yaptığı bir savaşta da Haçlı şövalyeleri 3 saat süren kesintisiz ok saldırısına dayanmak zorunda kalmıştır. Onlara yardıma gelerek şövalyeleri mutlak imhadan kurtaran Kont Raymond olmuştur.

Doğu Türk orduları, her ne kadar yay ana silahları olarak kalsa da, giderek daha çok ağır zırhlı suvariye önem verdiler. Selçuklu savaşçılarının Yücel’in “Doğu Türkmenistan tipi yaylar” olarak tanımladığı “kulak”lı uçbükümlü yaylar kullandığını biliyoruz. Selçukluların diğer Asya tipi yaylardan da kullanılmış olması muhtemeldir.1218-1219 yıllarında yazılan Kitâbü’l-Agânî’deki bir resimde Selçuk atabeyi Bedreddin Lulu elinde “siyah”ları olan kısa bir yay tutarken resmedilmiştir (Siyah, yay kollarının tamamen ahşaptan ve bükülmez uç kısımları olan “kulak”ın aksine, Türk yayında olduğu gibi kasan ve baş bölümlerinin birlikte oluşturduğu sert ve bükülmeyen kısımdır). Ancak Selçuklu yaylarına ışık tutacak, arkeolojik bulgular ya da günümüze ulaşmış yaylar gibi kuvvetli deliller yoktur. Yine de şu söylenebilir ki, aynı döneme ait tüm diğer resimlerden de anlaşılacağı üzere, bükülmez ahşap uçlu uzun yaylar daha yaygındı.

Selçuklular’dan kalan başka bir belge de Sultan Rükneddin (veya IV. Kılıçarslan) dönemine ait bir sikke (madeni para) dir. Sikkenin üzerinde kısa, uçbükümlü bir yay kullanan ve Selçukluların tipik başparmak bırakışını yaparken, kirişi çeken elinde fazladan iki ok taşıyan bir suvari vardır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Askeri Yapı

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1299 yılında, Oğuzların Kayı boyunun lideri olan Osman Bey tarafından kurulduğu varsayılmaktadır. Osmanlılar, Roma İmparatorluğu’nu sona erdirip üç kıtada hüküm süren bir imparatorluk kurdular. Bu imparatorluk, okçuluğu benzeri görülmemiş ve bugün bile hayranlık uyandıran seviyeye taşıdı.

Kompozit yayların gelişimini, 15 ve 16. yüzyılda tasarımını ve yapımında kullanılan malzemeleri mükemmelleştiren Osmanlı Türkleri tamamladı. Türk suvarisinin yüzyıllara dayanan deneyiminin bir sonucu olarak, Osmanlı yay ve okları at üzerindeki savaşçıya mükemmel bir manevra yeteneği verecek şekilde, en az ağırlığa ve uzunluğa sahip olacak biçimde gelişti. Bu ince yapılı, hafif, gösterişli aletler, aslında cehennemden zırhları delen birer “cehennem silahı” idi.

İslam kültürünün yoğun etkisine rağmen, Osmanlı ordusunda ve askerî hayatında, ucu Orta Asya’ya uzanan izleri görmek mümkündü. Örneğin atın ve yayın sembolik değeri korunmuştu. Hanedan içi siyasî idamlarda yay kirişi kullanılması, Orta Asya kökenli kan tabusunu, diğer askeri toplumlarda da rastlanan “onurlu ölüm” motifi ile birleştiren bir uygulamaydı. Orta Asya bozkırları ile başka bir bağlantı da atla ilişkili bir sembolizmdedir: Padişahın savaş kararını askerlere duyurmak için, seferberlik öncesinde Yeniçeri karargâhının ortasına at kuyruğundan yapılma bir sancak olan “tuğ” dikilirdi. Bu, atın ordu için ne anlama geldiğinin güzel bir örneğidir. Bu simgecilik arkaik dönem Türklerinden gelmektedir: O dönemlerde liderin büyük davullarına mükellef tuğlar veya tek başına at kuyrukları asılırdı. At kuyruğundan yapılma bu süsler, liderin statüsünü belirtirdi.

Orta Asya’daki askerî yapılanmadan farklı olarak, Osmanlı ordusunda bir piyade sınıfı vardı: Yeniçeriler. Atlı okçunun “saldır ve geri çekil” taktiği yakın dövüşte, kaleleri ve surları olan şehirleri kuşatmada işe yaramıyordu. Bozkır atlısı, özellikle kış aylarındaki uzun seferlere uygun değildi. Piyade birliklerinin kurulması ve ordunun lojistiğinin sağlanması, yeni toprakların fethinin önünü açtı. 14. yüzyılda Osmanlı ordusu diğer Müslüman ülkelerin 11-13.yüzyıllardaki ordularından üstündü. Bu yeni yapıda, atlı okçu hala baskın unsurdu. Ayrıca sadece ok ve yay ile değil, kılıç ve mızrak gibi yakın dövüş silahları ile de donanmış, Türkmen kökenli “Timarlı Sipahiler” de orduda yer aldı. Timarlı sipahiler, daha önce de bahsedildiği gibi Selçuklulardaki iktânın bir devamıydı. Bu vergilendirme sistemi, beyleri bazı vergilerden muaf tutarken, onları belli sayıda atlı asker beslemeye ve silahlandırmaya mecbur kılıyordu. İktâ, mülkün derebeylerine ait olduğu Avrupa feodal sisteminden farklıdır. Selçuklu ve Osmanlı’da toprak, askerlik hizmeti karşılığında verilir ve sahipleri zamanla değişirdi. 14 yüzyılın ikinci yarısında ordunun çoğu timarlı sipahilerden oluşuyordu.

Bir savaşçı için at üstünde olmanın çeşitli avantajları vardı: Yaya rakibine göre daha yüksek bir konumda savaşmak, iri ve güçlü bir hayvan olan atın yarattığı fiziksel ve psikolojik etki, savaşçının durumun gerektirdiği savaş taktiğini ve silahını kullanabilme imkanı vermesi gibi. Sipahiler kılıç, mızrak, kargı ve gürzün yanısıra kompozit yay kullanan tipik suvari sınıfıydı.

Timarlı sipahilerin yanısıra, sultanın özel eğitimden geçmiş askerleri olan Kapıkulu sipahileri de atlı savaşçılardı. Kapıkulu sipahileri 15. yüzyılda kurulan Enderun-u Hümayûn’da eğitim alırlar ve meşhur Osmanlı yayıyla birlikte bir çok başka silahı da kullanırlardı.

Osmanlı Sportif Okçuluğu

Enderun-u Hümayûn’u daha ayrıntılı bir incelemeye almadan, 15. yüzyılda başlayan sportif okçuluğun Osmanlı okçuluğunun en kayda değer kısmını oluşturduğunu hatırlamakta yarar vardır. Sportif okçuluğun 16. yüzyılda İngiltere’de başladığını iddia eden Anglo-Sakson kaynaklara rağmen, VIII. Henry’nin emriyle kurulan ilk okçuluk derneğinden 100 yıl önce Okmeydanlarında ve tekye-i rumât’ta sistemli okçuluk eğitimi veriliyor ve okçuluk yarışmaları yapılıyordu. Osmanlı sportif okçuluğu puta (hedef), darb (sert cisimleri okla delme) ve menzil okçuluğundan oluşurdu. Ateşli silahların savaş meydanlarında ön plana çıkmaya başlamasını takiben, lisanslı Osmanlı okçuları (kemankeş) özellikle menzil atışlarına yöneldiler ve 800 metrenin üzerinde mesafelere ok düşürdüler. 17. yüzyıldan sonra savaşla ilgili disiplinler popülaritelerini kaybettiler ancak tamamen terk edilmediler.

Okmeydanı modern bir spor sahasından; tekye de bir spor klubünden çok farklı değildi. Her ne kadar at binmek ve okçuluk arasında yakın bir ilişki varsa da, atlar kutsal bir mekan kabul edilen Okmeydanı’nı kirletecekleri için buraya sokulmazdı. Okçular da abdest almadan Okmeydanı’na girmezlerdi.

Atların dahil olduğu başka bir okçuluk disiplini için ayrılmış ayrı sahalar vardı: Kabak meydanları. Kabak oyunu, gerçekte bir spor disiplininden çok, okçuluk ve binicilik yeteneklerinin sergilendiği bir oyundu. Hedef olarak sadece su kabağı değil, bardak, top vs. de kullanılırdı. Hedef uzun bir direğin üzerine takılır, atını dörtnala süren okçu, direği geçer ve geriye dönerek çok yüksekte kalan hedefe ok atardı. Bunu yapmak inanılmaz derecede zordur.

Kabak oyunu sadece bir savaş idmanı değil, aynı zamanda bir yetenek gösterisi ve eğlenceydi. 15. ve 17. yüzyıllar arasında, çok sevilen bu oyunun izleri Orta Asya bozkırlarına kadar sürülebilir. Bu oyun diğer Orta Doğu ülkelerinde de oynanırdı ve adı aynıydı. “Kabak” kelimesi etimolojik olarak Türkçe olduğundan, büyük ihtimalle bu oyun da Türk kökenlidir. Oyunun kökenine dair ilginç bir ipucuna Oğuz Kağan destanında da rastlanabilir. Metnin sonunda Türk boylarının ittifakı açıklanır ve anlaşmaları ilginç bir yemin töreni ile tescil edilir: Katılanlar, uzun direklerin etrafında dönerek, tepelerine bağlanmış canlı tavuklara at üzerinden ok atarlar. Kabak meydanlarını zaman içinde kayboldu. Bunun muhtemel sebebi İstanbul’da at binmenin seçkinlere ve Kapıkulu Sipahilerine tanınmış bir ayrıcalık olmasıydı. Atların bakımı için uygun otlak bulma zorunluluğu, Kapıkulu Sipahilerini 17. yüzyıldan sonra şehrin dışına yerleşmeye yöneltti. Kabak oyununa rağbetin azalmasının bir sebebi de bu olabilir.

Timarlı Sipahilerin ikamet ettiği kırsal bölgelerde at hayatın tam merkezinde iken, Osmanlı başkentinde at binmek bir statü sembolü idi ve yasalarla sınırlandırılmıştı. Fakat Enderun-u Hümâyun’da zamanın ilimleri ile birlikte, at binme ve diğer savaş sanatları öğretilirdi. Kapıkulu Sipahilerini daha iyi anlamak için, Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan Enderun-u Hümâyun’u derinlemesine incelemek gerekir.

Kapıkulu Sipahileri: Sarayın Atlı Okçuları

Enderun-u Hümâyun’daki eğitim sistemini incelerken göz önünde tutulması gereken nokta, Osmanlı Hanedanı’nın mutlak siyasi iradesinin sırtını üç yüzyıldan daha uzun bir süre, köle sınıfına dayanan hükümetlere dayamış olduğudur. Bu ülke yönetim şekli, Türkmen kökenli unsurların hükümetten uzak tutularak “kana dayanan” bir aristokrat tabakasının ortaya çıkmasına engel olmak amacıyla, bir tür korunma mekanizması olarak Türk yöneticiler tarafından geliştirilmiş olmalıydı.

Ülkeyi bir köle sınıfının yönettiği bu sistemi değerlendirirken, Müslüman topraklarda köleliğin Avrupa’da anlaşılan kölelikten tamamen farklı olduğu ve çoğu zaman, zenginliğe ve şöhrete giden en kısa yol olarak görüldüğü belirtilmelidir. Hz. Muhammed’in öğretisi kölelere karşı nazik ve cömert olmayı, ev sahipleri gibi giydirilip doyurulması gerektiğini dikte eder. Müslüman Doğu’da kölelik asla Batı’daki gibi olmamıştır. Örneğin, İstanbul ile köle ticaretini kârlı bulan, hatta ihtiyacı karşılamak için köle çiftlikleri kuran Gürcüler ve Çerkezler, mükemmel bir meslek edinme fırsatı sunabileceği için, kendi çocuklarını da saraya satmaktaydılar.

Devletin kölelik sisteminin zirvede olduğu dönemlerde, Türkmenler için tek uygun görev yeri Timarlı Sipahi veya Kapıkulu Sipahileri birlikleriydi ki daha sonra Kapıkulu birliklerine de sadece Hristiyan asıllı köleler dahil edildi.

Saray hizmeti için gereken köleler satın alma, savaş gamineti olarak ele geçirme, hediye veya devşirme yöntemleri ile temin edilirdi. Devşirme sisteminin dayandığı yasa, fethedilen Hristiyan topraklarından orduya asker almayı düzenliyordu. Bu yasaya göre, bu topraklardaki Hristiyan teba, bu tebanın vermesi gereken belli bazı vergilerden muaf tutulurken, bunun karşılığında erkek çocuklarından belirli bir adedini 3-4 yılda bir orduya vermek ile mükellef kılınıyordu. Aynı yasa gereği, devşirilen bu gençler askeri okullarda, imparatorluk saraylarında, yerel idarecilerin veya yüksek düzey memurların evlerinde veya Anadolu’daki timarlı sipahi birliklerinde yedi yıl hizmetkârlık yapmak durumundaydılar.

Saray kölelerinin elde edildiği ikinci önemli kaynak ise savaş esirleriydi. Esirlerin onda biri sultanın malı kabul edilirdi ve genelde saray hizmetinde çalışırlardı. Fiziksel olarak mükemmel, en akıllı ve her açıdan en çok gelecek vaad eden köleler saray için ayrılırdı. Geri kalanlardan fiziksel güçleri ve çeviklikleri ile öne çıkanlar, yeniçeri olmak üzere ayrılırlardı. Saray hizmeti için seçilenler iki sınıfa ayrılırdı: Zeki veya dâhi çocuklar, “içoğlan” olarak ayrılır, yüksek seviyede eğitim alırlardı. Kalanlar “acemi oğlanlar” olarak sert bir çıraklık eğitiminden geçirilirler ve bahçevan ya da kapıcı olurlardı. Oğlanlar güzel sanatlar, coğrafya, matematik, savaş sanatları konularında eğitilirler, ilaveten fiziksel idman yapar ve bir meslek sahibi olmaya yönelik eğitim alırlardı.

Fiziksel idmanlarına ağırlık kaldırmak ve taşımak gibi jimnastik egzersizleri ile başlanırdı. Program bu noktadan, özellikle suvari becerileri kazanmaya yönelik çeşitli savaş sanatlarının eğitimine dönüşürdü. Düzenli ve uzun eğitimler sonucunda içoğlanların inanılmaz kuvvetli, çevik, tamamen sağlıklı hale geldikleri, ve özellikle kollarının çok geliştiği söylenir. Saray eğitiminin etkinliğinin dorukta olduğu yüzyıllar boyunca bu yüksek seviyedeki eğitim ile fiziksel gelişimlerinin son noktasına ulaşan çocuklar, dönemin en mükemmel ordusunu da oluşturdular. Kapıkulu Sipahilerinin hepsi ve Timarlı Sipahilerin bir çok subayı, Enderun-u Hümâyun’da yetiştirilirdi.

İçoğlanların ne tür idmanlar yaptıklarına ve nasıl inanılmaz seviyelere ulaştıklarına dair yazılı kayıtlar mevcuttur. Bir makaraya bağlanmış ağırlık torbasının tek elle çekilmesi, bugünün ağırlık çalışmalarını hatırlatmaktadır. İkinci idman türü ise ağırlık kaldırmak ve bu ağırlıkları kollarda ve omuzda belli bir mesafeye taşımaktı. Bazı içoğlanların 370- 380 okkalık ağırlıkları (470-482 kg) 150-160 adım taşıdıkları bilinmektedir. Daha sonra bu ağırlıkların yerini demir ağırlıklar alırdı. İç oğlanların tek elleri ile 45 kg’a varan ağırlıkları başlarının üzerine kaldırdıkları kayda geçmiştir.

Daha ileri fiziksel idmanlar güreş, okçuluk ve kılıç talimleri idi. Cirit, günümüzde de yapılan, savaş sanatı kökenli bir spordur. İki takım halindeki biniciler rakiplerine ağaç ciritler fırlatırlar. Ciritlerin uçlarında demir temrenler yoktur, ama oyun yine de tehlikelidir. Ağır yaralanmalar hatta ölümler görülebilir.

Okçuluk eğitimine orta güçte yaylarla başlanırdı. Çekiş gücü kademeli olarak arttırılırdı. Çekiş kuvveti en yüksek yayları hiç durmadan 200 defaya kadar çekmek, okulda düzenlenen yarışmalarda ve turnuvalarda sıkça yapılan bir işti. Bu noktada okuyucularımıza, Adam Karpowicz’in Topkapı Sarayı Müzesi’nde yaptığı bir çalışmanın sonucunda, Türk yaylarının çekiş kuvvetlerinin ortalama 120 pound (yaklaşık 55 kg) olarak tespit edildiğini hatırlatmak isteriz. Fiziksel kuvveti arttırmaya veya sergilemeye yönelik olarak, çekiş kuvveti daha yüksek yaylar da yapılmıştır.

Öğrencilerin çoğunluğu ileride suvari olacakları için, verilen eğitimin önemli bir bölümü de binicilik üzerine idi. Öğrenciler sadece yetenekli biniciler haline gelmezler, atçılığın tüm marifetlerini de mükemmel şekilde öğrenirlerdi. Atlarını dörtnala koştururlarken atın eğerini söküp atı tekrar eyerleyebilir, eyerin selesinde ayağa kalkarak at binebilir, her iki eyerin üzerinde durarak iki atı aynı anda sürebilir, iki içoğlanı birbirinin atına geçebilir, atlarının karnının altından kayıp, diğer taraftan tekrar ata binebilirdi. Üstelik bütün bunları yaparken atlarını yavaşlatmazlardı.

Öğrencilere verilen edebiyat eğitimini, Arapça ve Farsça oluştururdu. Arapça Kuran dili idi. Farsça ise Yakın Doğu’nun kibar dili, şövalyelik ve romantizm edebiyatının anahtarı idi. Türk sultanlarının amacı, eyaletlerde liderlik yapabilecek yeteneğe sahip özel gençleri keşfetmek ve eğitmekti. Bu gençlerin eğitiminin bir parçası da “ruhlarının kapasitesi uygun bir sanat veya meslek öğrenmeleri” idi. Yeniçeriler hariç tüm Türkler’in, kötü günler geldiğinde hayatlarını kazanacakları bir sanat ya da bilim dalını öğrenmeleri beklenirdi. Sultanlar da bundan muaf değildi. Hatta birçoğu, eğitimini gördükleri sanatlarda çok yüksek seviyelere ulaşmıştı.

Acemiliklerini tamamlayan içoğlanlar, “çıkma” denilen bir prosedür izlenerek, saraydan “çıkarılırlar”, suvari yedeklerine ayrılırlardı. Öğrencilerin bazıları yüksek düzeyli bürokrat, hatta vezir olurlardı, ama çoğunluğu profesyonel, seçkin atlı savaşçılar olarak hayatlarını sürdürürdü. Bu savaşçılar savaş zamanında sultanı, sancağı ve hazineyi korurlardı. Barış zamanında ise kılıç ve yaylarını donanmış biçimde sultana eşlik ederler; Cuma namazlarında Sultanla beraber camiye girdiklerinde, sadece kılıçlarını kuşanmış olurlardı.

Bindikleri atların çoğu sert ve çevik Anadolu atlarıydı. Bu atlar Çukurova’da yetiştirilirdi ve ihraç edilmeleri kesinlikle yasaktı. At temin edilen diğer yerler Yunanistan’daki Epir ve Teselya idi, ancak 17. yüzyıldan sonra Arap, Tatar ve Macar atları da kullanıma alınmaya başlamıştır.

Osmanlı ordusu hareket ederken hilal şeklini alırdı. Sultan ve hazine hilalin ortasında yer alırken, Kapıkulu askerleri sultanın sağ ve sol yanlarında bulunurdu. Hilalin uçlarını timarlı sipahiler oluştururdu. Sultanın bulunduğu merkezin önünde hafif süvari olan Azaplar, onlarla sultanın arasında ise Yeniçeriler yürürdü. Ordunun bir başka bileşeni de öncü birlikler olarak ordudan birkaç günlük mesafe önde hareket eden, kompozit yaylarla donanmış hafif suvariler olan Akıncılardı. 16 yüzyıldan sonra Akıncıların yerini, göçebe bir ulus ve ölümcül atlı okçular olan Kırım Tatarları aldı. Kırım Tatarları Osmanlı yaylarına çok benzeyen ancak daha uzun kompozit yaylar kullanırlardı. Osmanlı ordusu tamamen ateşli silahlara geçtikten sonra bile, 18. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Kırım Tatarları yay kullanmaya devam ettiler.

Pers (İran) Atlı Okçuluğunun Kökleri

Neolitik dönemde, Orta Asya’nın Hint-Avrupa dillerini konuşan halkları güneye göç etmeye başladılar. Bu göç ile steplerin neolitik döneme ait at kültürü İran yaylalarına yayıldı. Hintlilerin ve İranlıların kendilerine “Aryan” demeleri, bir zamanlar bu iki milletin Güney Rusya ve Sibirya steplerinde tek bir bir ulus halinde yaşamış olabileceklerini akla getirir.

Tarom havzasında bulunan, radyokarbon yöntemi ile M.Ö. 2000-400 yıllarına tarihlenen kurumuş ve iyi korunmuş cesetler, beyaz ırkın fiziksel özelliklerini yansıtmaktadır. Bu bulgular, bugün Çin’in Shin-giyang eyaleti olan bölgede bir zamanlar Hint-Avrupa halklarının yaşadığını göstermektedir. Bu mezarda bulunan kalıntılardan bazıları da çok erken dönem İranlılarının giydiğine benzer siyah, konik, büyücü külahlarıdır. Prehistorik dönemde, M.Ö. 7500’lerde, İran yaylalarında kimi medeniyetlerle karşılaşmak mümkündü. Fakat ilk Hint-Avrupa dillerini konuşan halkların gelmesi ve Mezopotamya’daki Sami ve diğer kavimlerle karşılaşmaları, M.Ö. 2000 yıllarına denk gelir. Bugünün Irak, İran ve Güneydoğu Anadolu’sunda kurulmuş olan Med İmparatorluğu, ilk İran hanedanıdır. Medler ve yakın komşuları Persler, Aryan diline çok benzeyen Med dilini konuşurlardı. Tarihçiler, Med saltanatı altındaki İran kültürüne dair çok az şey bilirler. Med ve Akaimenid hanedanlarından sonra, Partlar M.Ö. 284 ile M.S. 224 tarihleri arasında İran yaylalarına hükmetmişler ve aralıkla Mezopotamya’yı kontrol etmişlerdir.

Ağır suvariyi icat eden Partlar, doğuda Roma İmparatorluğu’nun önemli bir düşmanı oldular ve imparatorluğun genişlemesini Kapadokya’da durdurdular. Part İmparatorluğu 5. yüzyıl boyunca bu bölgede hüküm sürdü birçok Batı imparatorluğundan daha uzun ömürlü oldu. Yayla ve muhtemelen kılıçla silahlanmış, “saldır ve geri çekil” taktiği ile savaşan hafif suvarilerin küçük çatışmalar için uygun oldukları ancak büyük çaplı yakın muharebeye tahammülleri olmadığı biliniyordu. Yakın muharebeye uygun ağır suvari birliklerini (cataphraoti) oluşturan Partlar, bu askerleri çelik miğferler ve dizlere kadar uzanan, güçlü darbelere dayanıklı, hayvan derisine demir veya çelik pullar işlenerek yapılmış zırh paltolar ile donatmışlardı. Cataphract’ın saldırı silahları, alışılmışın dışında kalın ve uzun bir kargı ile yaydı. Partlar’ı takip eden Sasâniler’in atlı birlikleri de Partlar’dan etkilendi: Partların suvari sistemini değiştirmeden kullandılar, buna ilaveten yeni kuşatma makineleri ve zırhlar geliştirerek 400 yıldan daha uzun bir süre hizmet veren düzenli bir ordu meydana getirdiler. Sasâniler, İran’ı Orta Asya göçebelerine ve Roma ordularına karşı savundular. Sasâni ordularına “spah” denirdi; bu isim Selçuklu ve Osmanlılardaki “sipah” veya “sipahi” isimlerinin kaynağıdır. Sasâni ordularının iki tür suvari birliği vardı: Clibinarii ve Cataphract. Cataphract, gençliklerinden beri askerî hizmet için yetiştirilmiş asillerden oluşurdu. Spah’ın omurgasını oluşturan ağır suvari birlikleri, tüm asilleri de kapsayan, yüksek rütbeli askerlerin zorlu bir eğitimden geçirildikleri ve “askerî eğitim, disiplin, sürekli yapılan askeri manevralar ve savaşlarla” yetiştirildiği profesyonel bir orduydu. “Ölümsüzler” olarak anılan bu seçkin savaşçıların okçuluk malzemeleri bir sadak içinde iki yay, iki yedek kiriş ve 30 ok taşıyan bir tirkeş idi (İskitler’deki ve Türkler’deki yedek yay kavramı ile benzerliğe dikkatinizi çekerim). Neredeyse tüm yakın dövüş silahlarını taşırlar ve tepeden tırnağa zırh giyerlerdi. Atları da zırhlıydı. Sasâniler hafif silahlı süvari birlikleri oluşturmazlardı ancak müttefiklerinin savaşçılarını ve kendi şeflerinin komutasında savaşan savaşçı kabilelerin paralı askerlerini geniş ölçüde kullanırlardı.

İran’da İslâmî Dönem

637 yılında Arap orduları Sasâni başkentini ele geçirdiler ve 641-642’de Sasâni ordusunu Nihavend’de yendiler. Bunu takip eden yüzyıllarda İslam kültürü tüm Orta Doğu’ya ve İran’a hükmetti. Fakat at sırtında savaşma teknikleri, kompozit yay ve başparmak bırakışı, basit yay kullanan ve dört parmak bırakışı yapan Araplar tarafından benimsendi. Tarihleri itibarıyla birbiriyle devamlılık arz eden Arap hanedanlarından en önemlileri Horasan’daki Tahiridler (820-872); Sistan’daki Saffaridler (867-903); ve aslen Buhara’da ortaya çıkan Samanidler (875-1005) dir. Bir Türk kölesi ve Samanid valisi olan Alptigin, 962 yılında Gazne’yi ele geçirdi ve 1186’ya kadar süren Gazneli Hanedanı’nı kurdu. Daha önce de bahsedildiği gibi, diğer birkaç Samanid şehrini de Selçuklular ele geçirdi.

Daha sonra İran’a hükmeden hanedanlar, yüz yıldan uzun bir süredir Orta Asya’dan dışarıya göçmekte olan ve Türk dilleri konuşan göçebe savaşçıların soyundan geldi. 9 yüzyıl gibi erken bir tarihte dahi, bu savaşçılar Abbâsi halifelerinin ordularına köle savaşçılar olarak yer almaktaydılar. Halifelerin siyasî güçlerinin azalmasından ve birer dinî sembole dönüşmelerinden hemen sonra, köle savaşçılar hâkimiyeti ele geçirdi.

Sasâni döneminde, geleneksel savaş okçuluğu bazı büyük taktik değişikliklere uğradı. Sasâni okçularının büyük kısmı piyadeydi. Bu sebeple, Sasâni okçuluğunun Orta Asya atlı okçuluğundan bir uzaklaşma olduğu kabul edilebilir. Yine de Safavi dönemine kadar (İ.S 1502-1736) okçuluk ve özellikle atlı okçuluk önemini korudu. Bu dönemde yazılan konuyla ilgili metinlerde, sistematik ve düzenli okçuluk eğitiminin büyük önem verildiği görülmektedir. Bu anlayış, şu cümlelerle dile getirilmiştir: ” bir okçu için en önemli şey, bir ustadan sanatı öğrenmesidir; zira bir usta yoksa, kişi ne kadar çok tek başına çalışırsa çalışsın, bu sanatta ustalaşamaz”. İran’da farklı dönemlerde okçuluğun sistematik olarak öğretildiği kesindir. Safavi İran’ı, okçuların yeteneklerinin sergilendiği ve test edildiği önemli bir merkezdi. Okçuluk eğitimi; değişik pozisyonlarda, hatta koşarken veya zıplarken çekiş kuvveti çok yüksek yayları bükmek, çekiş kuvveti nispeten düşük yaylarla atış formunu geliştirmek amacıyla çekiş yapmak, hedef atıcılığı ve menzil atıcılığı egzersizleri yapmayı içeriyordu.

Askerî ve Kültürel İlişkiler

İran’a yapılan erken dönem Türk saldırılarından birini anlatan bir kayıtta, 6. yüzyılda İran okçuluğunun ne kadar ileri olduğu görülür. Türk kağanı Kara Çurin’in oğlu genç Souh, 589 yılının Ağustos’unda İran’ın doğusunu istila etti. Ermenistan ve Azerbaycan eyaletleri valisi Behram Çubin, Türkleri durdurmakla görevlendirildi. Yaşları 40-50 arasında değişen seçkin askerlerden kurulu 12.000 kişilik bir ordu, Türkleri Herat vadisinde karşıladı. Behram’ın genç askerler yerine yaşlı askerleri seçmesinin sebebi, bu askerlerin deneyimli okçular olmalarıydı. “Okçulukta en üst seviyeye gelmek için 20 yıl talim etmek gerektiğine” inanılırdı. İranlı okçular 6. yüzyılda yeteneklerinin zirvesindeydiler ve “düşmanı göğsünden değil, kulaklarından vurmaları” ve düşman kuvvetlerini ok yağmuruna tutmaları ile ünlenmişlerdi. Oklarının menzili 700 metreydi ve bu oklar, en yüksek kalitedeki zırhları kolayca deliyordu. Bir savaşın sonucunu her iki ordunun da temel özelliğini oluşturan savaş gücü belirliyordu: Okçular. Tüm Türk savaşçıları atlıydı ve esas silahları kompozit yaylarıydı.

Kayıtlara göre, bu savaşta Türkler filleri kullandılar. Ancak İranlı okçular filleri gözlerinden vurarak büyük bir kargaşa yarattılar. Sasâniler’e zafer kazandırdılar. Türkler yenildi ve liderleri bizzat Behram’ın attığı bir okla öldürüldü.

Daha önce de bahsedildiği gibi, Selçuklular M.S. 1037-1194 yılları arasında İran’a hükmettiler. İlhanlılar (1256-1353) ve Timur İmparatorluğu (1350-1506) ile İran Platosu’na daha geç dönem Orta Asya göçebeliğinden etkiler taşındı. Osmanlılar döneminde ise Türkler ve İranlılar arasındaki savaşların sebebi siyasî ve dinî anlaşmazlıklardı.

İslamiyeti benimsedikten sonra Türk kültürü ve özellikle Türk dili, Arap ve Pers kültürlerinden aşırı derecede etkilendi. Her ne kadar bu iki kültür arasındaki karşılıklı etkileşimler binlerce yıl önce başlamışsa da, okçuluk terminolojisindeki etkileşimler muhtemelen daha sonra oluşmuştur. Osmanlıların okçu yüzüğü için kullandığı isimler olan zihgîr (kelime anlamı ile “kiriş tutan”) ve şast (kelime anlamı ile “altmış”-okçunun parmaklarını kilitlediğinde elinin aldığı biçimi tanımlayan Arap kökenli bir hesaplama sistemine atfen) Farsçadır. “Ok”, “okçu” ve “okluk” gibi diğer okçuluk terimleri için de Farsça karşılıkları kullanılmıştır (her ne kadar bu kelimelerin Türkçeleri de mevcut ve kullanılmış idiyse de).

İran ve Türk minyatürlerindeki av ve savaş sahneleri birbirine o kadar benzer ki, bunları ayırmanın tek yolu sanatçının stilini incelemektir. Giysiler, silahlar, sadak ve tirkeş gibi aksesuarlar neredeyse aynı şekilde ve stildedir. Uzmanlar dahi bazen Osmanlı ve İran savaş donanımını (miğferler ve zincir zırhlar gibi) ayırd etmekte zorluk çekerler. Koşan veya uçan avlara dörtnala at sürerken ok atarak avlanmaları da, yine bu iki ulusun Orta Asya’daki atalarına uzanan ortak geçmişlerine işaret eder.

Yayları da benzerdir. İran’da, Hindistan ile kültürel etkileşimin bir sonucu olarak, bambudan yapılan basit ahşap yaylar dahil olmak üzere birçok farklı yay tipi kullanılmıştır. Hint yayları uzun atışlar yapamazlardı, ancak yakın mesafede ciddi yaralanmalara neden olurlardı. Hint oklarının genellikle zehirli olmaları da öldürücü etkilerini arttırırdı. Farklı yay tiplerine rağmen, M.S 11. yüzyılda kullanılan yayların kompozit karakterde olduğu açıktır. Bu İran yaylarında, daha erken dönemlere ait kompozit Asya yaylarının tamamen ahşaptan yapılmış sert uçları kaybolmuş, yerini “kasan” ve “baş”ın oluşturduğu bükülmez uç kısımlar (siyah) almıştır. Bu şekilsel özellik, Türk ve İran yaylarında ortaktır. Fakat iki yay arasında kesin ayrımlar da vardı: İran yayının kabzası daha küçüktür. Yay kolları, “sal” ve “kasan” bölümlerinde genişler. Yay kollarındaki bu genişleme sebebiyle, yayın karın kısmında tek bir parça boynuz kullanılması mümkün olmaz. Bu nedenle İranlı kemangerler, daha ince boynuz şeritleri yayın karnına yan yana getirerek yapıştırırlar. Bu yapım tekniğinin yayın dayanıklılığını olumsuz etkilemesi yüzünden, İran yayları (Acem yayı) süslemeleri çok beğenilmesine rağmen Türk okçuları tarafından rağbet görmezdi.

Her iki ulusun atlı okçuları başparmak bırakışını kullanırlardı ancak Sasâniler’in yay çekişleri kendine özgüydü. Bizans kaynaklarının naklettiğine göre, “Pers çekişi”nde kiriş alt üç veya orta iki parmakla tutulur, muhtemelen başparmakla kilitlenirdi. İşaret parmağı, okun uçuş yönünü gösterir gibi okun üstüne yaslanıp ileri uzatılırdı. Türk-Moğol başparmak çekişinde ise mandal sırasında işaret parmak bükülü halde, oka bir miktar yan kuvvet uygulamaktadır. Burada işaret parmağın büyük boğumu ile ok gövdesine basınç uygulanır ve okun kiriş üzerinde durması sağlanır. Persler de muhtemelen at üzerinde iken okun yaydan düşmesini, işaret parmaklarını bu şekilde yerleştirerek engelliyorlardı. Arkeolojik kanıtlar, Sasâniler’in deriden yapılmış parmak ucu koruyucuları kullandığını göstermektedir. Savaş karmaşasında düşmesini engellemek için, bu parmak ucu koruyucuları ince bir zincir ile bileğe bağlanırdı. İran’ın Keşan şehrinde bulunan, Ortaçağ’a ait bir eşyanın üzerinde, ok atarken kirişi çeken elinde iki ok tutan savaşçıların tasvirleri vardır. Bu tasvir, metinde daha önce söz edilen Selçuklu atlı okçusunun tasvirine benzer. Atış yaparken, kirişi çeken elde ilave iki ok tutmak, alt üç parmağın kullanılmasını imkansız kılar. Bundan çıkan sonuç, Selçukluların Osmanlıların “mandal”ına yakın bir teknik ile ellerini kilitledikleridir. Kesinlikle biliyoruz ki, Osmanlı okçuları başparmak çekişinin geleneksel versiyonunu kullanıyorlardı: En alt üç parmak kapatılmış halde, başparmak kirişi sarar, başparmağın ucu kapatılmış orta parmağın orta boğumuna yandan yaslanır, işaret parmağı başparmağın tırnağı üzerine kapatılarak tutuş güçlendirilir.

Okçu yüzükleri de birbirinden çok farklı değildir. Tipik “gözyaşı damlası” şekli her ne kadar birçok Asya okçu yüzüğünün ortak şekli olsa da Türk ve İran zihgîrleri daha kısa “kaş”larıyla Moğol ve Kore okçu yüzüklerinden ayrılırlar. Zihgîrler fildişinden, çeşitli metallerden, yarı kıymetli taşlardan, kemikten veya boynuzdan yapılır. Her ne kadar Türk ordusunda deriden zihgîrlerin yaygın olduğu bildirilse de günümüze kadar ulaşmış bir örnek yoktur.

Her iki ülkenin de atlı oyunları benzerdi. Cirit dışında guy-i çevgân (polo benzeri bir oyun) ve kabak oyunu iki ülkede de oynanırdı. Kabak oyunu İran’da “kabak bâzî” veya “kabak endâzî” olarak bilinirdi ve 16-17. yüzyıllarda çok sevilirdi. Bu oyunlar hem eğlence hem de savaş yeteneklerini geliştirme amacıyla oynanırdı.

Not: Mounted Archery in the Americas” adlı çok yazarlı kitapta bir bölüm olarak yayınlanmıştır.


[1] Parting shot: Ayrılırken söylenen iğneleyici söz veya yapılan hareket