Posted by Emre Metilli in on 24th 04 2020
Türk Okçuluğunda KadınDr. Murat Özveri Meşhur gezgin Marco Polo, bugünkü Özbekistan topraklarında duyduğu bir hikâyeyi aktarır. Bir genç kadın, erkekler yokken obaya gelen üç erkek yağmacıyı, atına binip at üzerinden attığı oklarla tepelemiş. Orta Asya’daki Türk kadının binicilik becerileri yüzyıllardır korunmuştur. Bu 19. Yüzyıl sonlarında hâlâ oynanmakta olan bazı oyunlarda kendini gösterir. Danimarkalı subay ve kâşif Ole Olufsen, 1897’de Danimarka Bilim Komitesi ile birlikte Orta Asya’ya yaptığı gezideki gözlemlerini aktarırken, Kazak ve göçebe Kırgızlar tarafından oynanan “Kız Kovu” oyunundan bahseder. Aslında genç oğlanlarla kızlar arasında bir tür “cilveleşme” olan bu oyunda bir kız ata biner, ata binmiş bekleyen oğlanlardan birine -genellikle hoşuna gidene- sataşır, onu kendisini takip etmesi için tahrik eder. Kız atını dörtnala kaldırır, peşindeki oğlandan kurtulmaya çalışıyor gibi yapar, hattâ kimi zaman “kendisini korumak için” kamçısını bile kullandığı olur, böylece genç erkeğin cesaretini ve isteğini sınar. Oğlan kızı yakalayınca onu kendi eyerine alır ve öper! Sonra da gururla, oyunu seyretmekte olan kalabalığın yanına döner. Eğer kızın peşine düşen oğlan kızın istediği değilse, kız onu arkadaşlarına doğru püskürür ve genç adam seyircinin alaycı gülüşlerine katlanmak zorunda kalır. İslâmiyet’in kabûlünden sonra, oyunun formatı değişmiştir. Bu konuyu sorduğum bir Kazak arkadaşım, İslâm’ın yaygınlaşmasıyla oyunun değiştiğini, şimdi kızın omzuna bir eşarp iliştirildiğini ve takipteki genç erkeğin bunu kapmaya çalıştığını söyledi. Kesin olan bir şey varsa, o da Türkler’in yeni dininin sosyal strüktür içindeki her şeyi değiştirdiği, bunun sonucunda iki cinsin sosyal rolleri de değişmiş olduğudur (RESİM 1). Resim 1: Kız Kovu/Kuu, Kazakistan’da oynanan bir geleneksel binicilik oyunudur ve Türk kadının ne kadar özgür olduğuna dair çok kesin kanıtlar sunar. Bu muhteşem oyun, iki cinsin sosyal statülerinin özdeş olduğuna ve göçebe toplumlarda kadının özgürlüğüne kanıt oluşturacak çok sayıda sembol içermektedir. Tarih de bu gerçeği teyit eder. Türkler İslâm coğrafyasına girmeden önce, devlet Kağan ve Hatun tarafından birlikte yönetilirdi. İslâm-Arap orduları güçlü Sâsânî ordusun M.Ö.642’de yendi ve bunu takiben, Türkistan’ın “Mâverâü’n-nehr” de denilen güney kısmını işgâle başladı. Türkler İslâmiyet’i 8.-11. yüzyıllar arasında tedricî olarak kabul ettiler, ancak küçük bir bölümü Hristyanlığı veya Musevîliği kabul etti ya da daha önce girmiş oldukları Budizm’de kaldılar. Türkler’in “Türk” adıyla tarih sahnesine çıkışları M.Ö. 5. yüzyılda başlar. Ancak etnik ve kültürel olarak, bizim kitaplarda Asya Hunları diye de geçen Şiun-nu’larla ilgili olabileceklerine dair düşünceler vardır. Şiun-nu’lar Çin’in kuzeyindeki göçebelerin, bizim “Mete Han” dediğimiz ve Çin kaynaklarında “Mo-Tun” adıyla geçen bir liderin bayrağı altında toplanarak M.Ö.3. yüzyılda oluşturdukları bir konfederasyon olmalıdır. Bozkır göçebelerinin kısa süreli ittifaklar kurmaları sık karşılaşılan ve hattâ bu kültüre özgü bir siyâsî gelenektir. Ancak bozkırın sert şartları ve hayvancılığa dayalı hayat tarzı, büyük devletler kurup sürdürmek için uygun ekonomik altyapıyı sağlayamaz. Bu efsânevî lider, bazı toprakları tarıma açarak düzenli gelir elde etmiş, böylece daimî bir ordu kurarak bunu beslemeyi başarmıştır. Bu ordu Çinliler’e büyük korku salmış, Çin’i kuzeyli göçebe komşularından koruma amacıyla inşâ edilecek ve inşaatı 1500 yıla yayılan meşhur Çin Seddi’nin oluşma sürecini başlatmıştır. Çin kaynaklarının aktardığına göre, Mete Han “Yay çeken halkları bir araya getirdim” demiştir. Orta ve İç Asya’nın göçebe halkları, değişik dil konuşan ve değişik etnik kökene sahip halklar olsalar da karakteristik bir ortak kültüre sahiptirler. Kompozit yay, at kültürü ve gelişmiş metalurji bilgileri yanında, konfederasyon ve ittifaklar kurma konusundaki maharetleri bu kültürün bir parçasıdır. Bu ortak kültürün izleri, Karadeniz’in kuzeyinde M.Ö. 8.-M.S. 1. yy’da yaşamış olan İskitler’e kadar takip edilebilir. Genel kanı, İskitler’in Hint-Pers dil ailesine mensup lisan ya da lisanlar konuştukları yönündedir. Ancak modern metodoloji birçok sebeple, bu göçebe ittifaklarının kimliklendirilmesinde başarılı değildir. Bu sebeplerden ilki, tarihçilerin geçmişe doğru takip edebildikleri hemen hemen yegâne izin bu halkların konuştukları dil olmasıdır. Yazısı olmayan bir halkın dili! İskitler de diğer göçebe toplulukların çoğunluğu da yazılı kaynaklar bırakmamışlardır! Bu halklar hakkında bütün bildiklerimizi, yazısı ve yazma geleneği olan komşu uygarlıkların, meselâ Antik Yunanlılar’ın ve Romalılar’ın onlar hakkında yazdıkları vasıtasıyla öğrenmekteyiz. Bu halkların kimliğinin tespitinde, mesela “savaş liderleri”nin isimlerinden ya da günlük dillerinde kullandıkları ve kayıtlara geçen tek-tük kelimeden yararlanılmaya çalışılır. Bu yöntemle elde edilen bulgular, kanıta dayalı ve bilimsel olarak güvenilir olmaktan ziyâde politiktir. Her şeyden önce, bu kelimeler yazarları tarafından “duydukları şekilde” kaleme alınmıştır. Kelimenin bu hâli aslında olduğundan veya o ana dili konuşanlar yazacak olsalar görüneceğinden çok farklı olabilmektedir. En iyi örnek, Çince’den Avrupa dillerine yapılan transkripsiyonlardaki çeşitliliktir. Aynı alfabeyi kullanan milletlerde bile, hangi sesin hangi harf ya da harf gruplarıyla verileceği tamamen kabullerle ilgilidir. Dolayısıyla, aynı ses için bile imlâ değişebilir. Benzer sorunlar, anadilinizi farklı alfabe ile yazdığınızda bile olur. Bunu en iyi bilenler, Osmanlıca metinlerle boğuşan Osmanlı tarihçileridir. Aynı şekilde, diğer bir dayanak olan savaş liderlerinin isimleri, lisan ve etnisite ayrımının belirgin olmadığı kozmopolit göçebe topluluklar için, anadilin belirlenmesinde güvenilir değildir. Aynı sebeple, bu dillerden yazılı kaynaklara sızmış birkaç kelime de yol gösterici olamaz, çünkü farklı diller konuşmuş olabilecek bu halklar arasında karşılıklı kelime değişimleri olmuş olması kaçınılmazdır. Günümüz Türkçesi’nde bile Moğolca’dan gelen “ulus”, “sadak”, Soudca’dan gelen “kent” gibi kelimeler varlığını sürdürmektedir. Macarca’ya 10. yüzyıldan önce girmiş yüzlerce Türkçe kelime vardır. Bu etkileşim, Orta ve İç Asya topluluklarının yaşam tarzı ve beşerî ilişkileri ile ilgilidir. Bugün bütün nüfusu 3 milyonu bulmayan Moğollar’ın 700 yıl önceki dedesi Cengiz Han nasıl yüzbinlerce kişiyi mobilize ederek muzaffer ordularıyla dünyayı feth etti? Cevap çok açıktır: Savaş lideri ve kağanı Cengiz Han olan Büyük Moğol İmparatorluğu’nun halkı ve ordusu kozmopolitti. Çince, Türkçe, Moğolca, İrânî diller konuşanlar bu imparatorluğun tebâsı ve hattâ askeriydi. Türk dünyasında Selçuklu ve Osmanlı’da da görüldüğü gibi… Bugünkü bakış açımız birçok tarihî olayın özgün bir kombinasyonla üstü üste gelmesiyle şekillenen bir entelajans, yani “aydınlar zümresi” tarafından oluşturulmuştur. Bir seri bilimsel bulgu, İncil’de yazılanların yanlış yorumlarıyla yoğrulmuş, ucûbe bir tarihyazımı meydana getirilmiştir. Fransız Devrimi ile 1789’da başlayan uzun yol, Darwin’in meşhur eseriyle tepe yapmış, belli bir entelektüel iklim, 19. yy.’ın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Avrupa aydınını etkisine almıştır. Özellikle sosyal bilimler belli bir süre bu entelektüel iklimin rüzgârlarıyla palazlanmıştır. Siyâset de öyle… Aynı gerçeklere dayalı olarak, daha sonraki Türk kültürlerinde de kimlik tespiti sorunludur. Bugünkü İran, Irak, Suriye ve Anadolu topraklarını 11.-13. yüzyıllar arasında yöneten Selçuklu hânedânı, Farsça’yı resmî dil olarak benimsemiştir. Selçuklu sultanlarının bir kısmı hem İslâmî hem Türk isimlerine sahiptir. Bu, sonraları Osmanlı’da, daha ortodoks bir İslâmiyet’in hâkimiyeti ile değişecekti. Daha ilginç olan, Selçuklu hânedânının kurucusu olan Selçuk bey, oğullarına, Musa ve İsrail gibi Tevrat kökenli isimler vermişti ki bu durum muhtemelen Selçuklular’ın İslâmiyet’ten önce Musevîlik ile karşılaşmış olmasına delâlet eder. Bütün bu karşılıklı etkileşimler, göçebe kültürlerin tamamen farklı konjunktürü ve kendine özgü kozmopolit, heterojen sosyal yapısı anlaşılmadan, sağlıklı bir kimliklendirme yapılması mümkün değildir. Neyse ki, Türkler’in 6. yüzyılda (belki öncesinde) alfabeleri vardı. Hakasya’da Yenisey Yazıtları olarak bilinen, sayısı 158’i bulan, kısa metinler ihtiva eden mezar taşları topluluğu, Kırgızlar tarafından dikilmiştir. Bunlara ilâve olarak, Türk kültürü bakımından belki daha önemli olan Orhun Âbideleri zikredilebilir. Üzerlerinde uzun metinlerin olduğu bu çok sayıdaki taş sütun 732 yılında Göktürk Kağanlığı döneminde dikilmiştir ve Türk dilinin en erken örneklerinden biridir (RESİM 2). Göçebe topluluklara dikkatli bir bakış, cinsiyet mevzuunun, yerleşik düzende yaşayan din-tarım topluluklarına göre çok farklı olduğunu gösterir. Her iki cinsin toplumsal rolleri belirlenmiş olmakla beraber, kız çocukları da oğlanlar da, ihtiyaç olduğunda diğer cinsin toplumsal görevlerini yerine getirebilecek şekilde yetiştirilirdi. Bozkırın haşin şartları gereği, kızlar at binme ve silah kullanma konusunda eğitilirken, oğlanlar da ev işi ve çocuk bakımı gibi işlerden anlayacak şekilde büyütülürdü. İki cins arasında yüksek duvarlar olmadığına çok iyi bir kanıt, Türk dilinin kendisindedir. Batılı dillerde, üçüncü tekil şahıs erkek ve kadın için ayrılırken, Türk dilinde ikisi için de “o” kullanılır. Bunun göçebe yaşam tarzı ve sosyal strüktürünün bir uzantısı olduğuna dair bir argüman olarak, Macar dili grameri verilebilir. Macaarlar da Orta Asya’dan gelmişler, uzun göç yolları üzerinde muhtemelen bir süre Göktürk Kağanlığı altında yaşamış, 896’da geldikleri Karpat Havzası’nı yurt tutmuşlardır. 1996 yılına kadar süren bilimsel tartışmalar sonucunda Türk dilinin mensup olduğu Ural-Altay dil ailesine mensup olmadığına karar verilen Macarca, bizdeki gibi üçüncü tekil şahıs için tek zamir kullanır. Eşit sosyal statünün sebebi bozkır yaşamının dayattığı mecburiyetler olabilir, ama Orta Asya göçebelerinin eski animist dininin de bundaki etkisi inkâr edilemez. İslâmiyet öncesi Türk kozmolojisinde, Umay Ana gibi dişil kutsal varlıklar vardı. Kazaklar’ın “May” dediği bu figür çocukları, aileyi ve askerleri koruyan kutsal varlıktı. Resim 2: Orhun Kitâbeleri erken Türk diline, politik yapısına ve kütürüne ışık tutan muhteşem bir kaynaktır. Göktanrı (Köktengri) ‘nın “karısı” ya da “yardımcısı “ olarak tanımlandırdı. Bugün bile Kazaklar hasta çocuklar tedavi edilirken Umay’ın adını zikrederler. Bu son derece ilginç dinî figür, başında taca benzeyen üç gümüş boynuzla tesvir edilir. Bu tasvir belki de kadının politik erkinin bir manifestasyonudur. Nitekin iyi bilinen bir gerçek, eski Türk kağanlıklarında devleti kağanların hatunları ile beraber yönettikleridir. Yani kadın, pratikte de politik erke sahipti (RESİM 3). Resim 3: Bir 13. yüzyıl Selçuklu heykeliyle tasvir edilen haliyle Umay Ana. Kadınlar tarih boyunca birçok kültürde savaşta ve avcılıkta yer almıştır. Son zamanlarda bulunan bir Viking mezarındaki kadın savaşçı cesedi, Roma’da kadın gladyatörlerin varlığı, öldürülen Haçlı şövalyelerinin kadın çıkmasına şaşıran Arap tarihçilerinin yazdıkları, sadece birkaç örnek teşkil eder. Bugün varlığını sürdüren ve avcı-toplayıcı olarak hayatlarını idâme ettiren primitif topluluklarda yapılan antropolojik araştırmalar, kadınların arada bir avcılık aktivitesinin içinde yer aldığını göstermektedir. Atalanta ve Savaş Tanrıçası Athena gibi mitolojik figürlerden başka, Bulgaristan’dan Moğolistan’a kadar uzanan Avrasya bozkırlarındaki birçok mezarda bulunan, vücutlarında savaş yaraları olan kadın cesetleri, bu konuda somut delillerdir. Bu dağılım, askerî akitivite içindeki kadın varlığının sözü edilen bu coğarafyada daha belirgin olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir. Her ne kadar kadın-savaşçı figürü belli bir kültüre ait değilse de bunun göçebe kabilelerde daha yaygın olması akla yakındır. Meşhur “Amazon” figürü de Antik Yunanlılar’ın Karadeniz’in kuzeyinden Anadolu’ya kadar yayılmış göçebe topluluklarla karşılaşmalarından sonra ortaya çıkmış olmalıdır. Kadın savaşçı tiplemesi Yunan sanatına da etki etmiştir. İyi bir örneği, bugün British Museum’da yer alan bir vazodur. Vazonun üstünde, Akhilleus’u henüz mağlup ettiği rakibi Amazon Pentheselia’yı taşırken gösteren bir tasvir vardır. Bir diğer güzel örnek, Kral Maosolus’un ölümünden sonra karısı Artemisia II tarafından inşâ edilen anıt-mezar “Mauseloum”un kaidesi üzerinde yer alan, Yunan-Amazon savaşlarından sahnelerin görüldüğü kabartmalardır. Antik dünyanın bu olağanüstü yapısı bugün Türkiye’de, antik adı Halicarnassos olan Bodrum ilçesindedir. Dünyanın Yedi Harikası içinde de sayılan bu yapı “mozole” kelimesinin kökenini oluşturur. Bu kabartmaların orijinalleri, 1856’da kanundışı bir şekilde götürüldüğü İngiltere’de, British Museum’da sergilenmektedir ve T.C. Kültür Bakanlığı’nın resmî iade taleplerine rağmen anavatanına dönememiştir. Bugün Bodrum’da, bir zamanlar Mauseloum’un olduğu yerde bu kabartmaların alçı kopyalarını görmek mümkündür (RESİM 4). Resim 4: Yunan-Amazon Savaşları. Halicarnassos Mausoleum’dan aşırılan kabartamalar, British Museum, Londra. Ural-Altay dilleri konuşan halklar bozkırın batısına doğru göç ettiler ve Türkler 1000 yıl önce “Küçük Asya”’ya girdiler. Buradan, Osmanlılar’ın taşıdıkları İslâm bayrağıyla, Avrupa’nın doğusuna kadar ilerlediler. Selçuklular İslâmiyeti M.Ö. 1000’den önce kabul ettiler, ama “Oğuz töresi” kapsamındaki bir takım örf, âdet, tavır ve sosyal alışkanlıklar bir geçiş süreci boyunca varlığını sürdürdü. Meşhur Dede Korkut Destanı’nın, Türkler’in 11.-12. yüzyıllardaki yaşamına ışık tuttuğuna inanılır, ama destan 16. yy’da yazıya geçirilmiştir. Hikâyelerde, kadının toplumdaki istisnâî yerini gösteren deliller bulmak mümkündür. Bunlardan birinde Bamsı Beyrek “kâfir iline gidip kelle alacak” bir kızla evlenmek istediğinden söz eder. Hikâyenin devamında Bamsı Beyrek ve Bal Çiçek Hatun tanışır, güreşir, ok yarıştırır ve finalde de sevgili olurlar! Burada sadece savaşçı becerileri olan bir kadın figürü yoktur. Ayrıca oldukça özgür bir genç kızdan bahsedilmektedir; öyle ki bu kız bir adama meydan okumakta, fiziksel kuvvet gerektiren işlerde rekâbete girmekte ve onunla bir şekilde “flört etmektedir”. Daha açık yazmayayım hadi. Merak eden açıp okusun! Bu minvâlde, Selçuklu hânedânındaki kadınların askerî akitivite içinde olduğunu görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Nitekim Sultan Tuğrul’un (tahta geçişi 1042) eşi Altuncan hatun ve Sultan Melikşah’ın (tahta geçişi 1072) eşi Terken hatun kendi ordularına sahiptiler! Belli ki burada küçük muhafız birliklerinden söz edilmemektedir. Terken hatunun ordusunun 12.000 kişiden oluştuğu kayda geçmiştir. Ancak, bu sultan eşlerinin savaş alanlarında bizzat ordularını yönetip yönetmediğini, bizzat ellerine kılıç alıp almadığını bilmemekteyiz. Sözü edilen sembolik bir komuta pâyesi, idârî bir bağ da olabilir, ama bu bile kadının erken Türk-İslâm toplumunda ve siyâsetindeki gücün göstermektedir. Göründüğü kadarıyla, Türkler yerleşik hayata geçip büyük imparatorluklar kurduktan sonra da eski yaşam tarzlarını uzun zaman terk etmemişlerdir. Yarı-göçebe bir hayat, Türkiye’nin güneyinde 1970’lere, hattâ 1980’lere kadar varlığını sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğunun (1302-1923) kuruluş yıllarında, güçlü ve stabil bir merkezî hükümetten yoksun bir toplumun ihtiyaçlarını karşılayan sivil toplum örgütleri ortaya çıkmıştır. Bu örgütler ticaret güvenliğini ve kişilerin eğitimini sağlamış, bir milis kuvveti olarak işlev görerek şehirlerin savunulmasında rol almıştır. Meşhur Âşık Paşazâde Tarihi’nde (1484) bu sivil toplum örgütleri Hâcıyân-ı Rûm, Bâcıyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm ve Âhıyân-ı Rum olarak sayılmıştır. Bâcıyan-ı Rûm, sözlük anlamıyla “Anadolu Bacıları”, şehir savunmalarında aktif görev aldıkları bilinen bir kadın örgütlenmesidir. Ancak aynı şekilde, bu kadınların oynadıkları rolün ne olduğu çok açık değildir. Gerçekten bilfiil çatışmalara girmişler midir, yoksa savunmadaki yiyecek temini ve diğer lojistik hizmetlerde yer almış, yaralıların bakımını mı üstlenmişlerdir? Çok daha yakın zamanda, Kurtuluş Savaşı’nda gördüğümüz örneklere bakarak, kadınların her ikisini de yapmış olabileceğini tahmin edebiliriz. Türk kadını kurtuluş mücadelesinde cepheye cephane de taşımıştır, tüfeğini alıp dağa da çıkmıştır. Ama tahminlerle tarih yazılmaz. Açık olan bir şey, İslâm dininin Türk kadınının sosyal konumunu değiştirmiş olduğudur; özellikle de 16. yy’ın ikinci yarısından sonra. Gerçi saray kadınlarının politikaya büyük etkileri olmuştur (aslında bu da şaşırtıcıdır çünkü bunların çoğu câriyedir), ancak yine de bunu fitne ve hile gibi daha “kadınsı” yollar izleyerek yapmışlardır. Bekleneceği gibi, bu dönemde kadınlar savaş sanatlarının dışındadırlar. Okçuluk, ateşli silahların yaygınlaşmasından sonra, gittikçe menzil atışlarının da popülerleşmesiyle bir spor disiplinine dönüşmüştür. Okçuluk iniş ve çıkışlarla devam ettiyse de yayın askerî kullanımı giderek azalmıştır. Ancak altı çizilmesi gereken şey, tüfeğin Osmanlı ordusuna girdiği 1444 yılında sonra yayın daha 270 yıl boyunca, tüfekle beraber orduda kullanılmaya devam etmiş olduğudur. Yay Osmanlı askerinin elinde bir savaş silahı olarak 1790 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Menzil okçuluğu, 800 m’nin üzerindeki rekorlarla Türk okçuluğunu aşılmaz bir seviyeye taşımıştır ve sporun popülaritesine ve devamlılığına büyük katkı sağlamıştır. Birçok padişah da menzil okçuluğuyla ilgilenmiş, bazıları ateşli silah döneminde bile inanılmaz menzil rekorlarına imza atmışlardır. Bu hararetli ilgi ve sportif başarıdan söz ederken mutlaka zikredilmesi gereken iki padişah III. Selim ve II. Mahmud’tur (18. ve 19. yy). Bu olağanüstü başarılar Avrupalılar’ın da dikkatini çekmiştir. Hollandalı ressamlara ait tablolarda görülen, ellerinde yay ve ok tutan “Türk” kadınları, günümüz araştırmacılarının kafasını karıştırmaktadır (RESİM 5). Aslında bunlar, orientalizm rüzgâlarının taşıdığı hoş bir kokudan ibârettir. Bazı gezginler ve ressamlar, Osmanlı İstanbul’unun çarşısından aldıkları kadın kıyafetlerini Batılı kadınlara giydirerek poz verdirmişler, bu portreler böyle ortaya çıkmıştır. Bu gerçek, Doğu toplumlarındaki harem gerçeği göz önüne alındğında şaşırtıcı olmayacaktır. Harem Batılıların hayal dünyasındaki gibi, erkeklerin bellerine sarılı bir havluyla çıplak kadınları kovaladıkları bir “cennet” değildi. Evin gözlerden uzak tutulmaya çalışılan “iç kısmı” haremlik, dışarıdan gelen konukların –tabii erkeklerce- buyur edilip ağırlandığı “dış kısım” ise selâmlıktı. Aslında olay o kadar karışık değildi. Basitçe söylersek, Doğulu erkekler mahremiyetlerine önem verirler, bunu yabancı gözlerden uzak tutarlardı. Resim 5: Hollanda resim ekolüne ait bu portre bir “Osmanlı kadın okçusu” na aittir ve bir gerçeği yanıstmaktan çok, gizli olana duyulan merakın tetiklediği hayalgücünün bir ürünüdür. Elinde yay ve okla resmedilmiş kadınlar gerçekten çok fantezi olabilir, ama bu portrelerin tasvir ettiği “tip”in gerçekten var olmuş olabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek lazım. Saray halkı içinde padişaha yakın olan, onunla hasbıhâl eden, onunla benzer merakları paylaşan “musâhib”ler vardı. Harem halkı içinde “musâhibe” ler de vardı. Bu kadınlar ileri derecede entellektüel, edebiyat ve tarihten anlayan, yabancı diller konuşan, müzik aleti çalabilen; birlikte zaman geçirmekten zevk ve esin alınabilecek insanlardı. Bazı “ekstralar” olmadan da… Netice olarak, bir Kızlar Okulu olan saray haremindeki bütün câriyeler padişahın uçkur keyfine hizmet etmiyordu. Hattâ sanılanın tersine, padişahın ya da şehzâdenin yatağına girecek câriye, padişah ya da şehzâdenin annesi tarafından seçiliyordu. Sarayda seks, hânedâna devamlılık sağlayacak erkek çocukların doğması için îfâ edilen bir devlet göreviydi. Bunun için, zekî ve yetenekli kızlar özenle seçiliyordu. Bu musâhibeler içinde, okçuluğa meraklı bir padişahın musâhibesi konumunda olup bilfiil okçuluk yapmış kişiler var mıydı? Bilmek mümkün değil. Ancak padişahın kadınefendi ve ikballeriyle (nikâhlı eşleri) görüşmesinin bile davetle ve ağdalı bir protokol gölgesinde gerçekleştiğini biliyoruz. Dolayısıyla, musâhiblerle olan ilişkinin de “enseye tokat” tarzı bir yakın dostluk olmadığı açıktır. Sultanın haremi her zaman yabancı gözlere kapalıydı. Saltanatın kaldırılmasından sonra kendilerine yeni hayatlar kurmak zorunda kalan câriyeler, harem ağaları ve diğer enderun görevlileri de konuşmamışlardır. Bu sebeple birçok ayrıntıyı bilmiyoruz ve muhtemelen bilemeyeceğiz. Kadınlar bu dönemde savaş sanatlarının ve hattâ sportif okçuluğun dışındaydılar demiştim. Türk kadınlarının İstanbul okmeydanına gelmelerine dair tek bir kayıt vardır. O da 18. Yüzyılda, III. Ahmed’in şehzâdelerinin sünnetlerini takiben okmeydanında yapılan halka açık resmî eğlencelerde olmuştur. Tarihin bu kesiti 1712-30 yıllarına denk gelen ve sonradan “Lâle Devri” olarak adlandırılacak olan dönemdir. Yaklaşık 20 yıllık bu dönem askerî seferlerin olmadığı, imparatorlukta barışın hâkim olduğu, İstanbul’un çok sayıda lâle bahçesiyle renklendiği, geniş kapsamlı eğlencelerin düzenlendiği ve sivil reformaların yapıldığı bir devredir. Kadınlar işte bu sosyal ve siyâsî ortamda, Sûr-ı Hümâyûn denilen bu resmî eğlenceler vesilesiyle okmeydanına gelmişler, konuklara yemek çıktığında kadınların mahremiyetine gösterilen saygı gereği boşaltılan Okçular Tekkesi binâsında ağırlanmışlardır. Ülkede sosyal reformlar 19. yy. başlarında başlamış olsa da asıl büyük ivmeyi 20.yy. başında yakaladı. 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını takiben Atatürk bir dizi sosyal, siyâsi ve beşerî reform başlattı. Bu reformlar kapsamında Türk kadını, o dönemde birçok Avrupa ülkesinde dahi olmayan siyâsî ve sosyal haklar kazandı. Kadının sosyal kimliğindeki bu olağanüstü değişiklik kısa sürede akademide, spor dünyasında ve sonraları politikada belirgin kadın figürlerin ortaya çıkması sonucunu getirdi. Sabiha Gökçen, tarihin ilk kadın savaş pilotu olarak tarihe geçti ve bugün İstanbul’un iki uluslararası havalimanından birine adını verdi. Atatürk, I. Dünya Savaşı öncesi inişe geçmiş ve savaşla beraber tamamen ortadan kalkmış Türk okçuluğunu kalkındırma çabasına da girdi. Bu dönemde, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin genç kadınları okçuluğun kalkındırılma hareketinde de yer aldılar. 1937-1939 yılları arasındaki kısa ömründe geleneksel okçuluğun tanıtılıp yaygınlaşmasına çalışan Okspor’dan kalma az sayıda fotoğrafla, Betül Or Diker ve diğer birkaç kadın okçu, okçuluk tarihimizin sayfalarındaki yerlerini aldılar. Betül Diker, Cumhuriyet döneminin ilk kadın polis memuru olarak da tarihe geçti (RESİM 6 ve 7). Resim 6A ve 6B: Sabiha Gökçen, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın pilotu olurken, 1936’da dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak da dünya havacılık ve askerî tarihine imzasını attı. Resim 7: Betül Or Diker, Cumhuriyet döneminde Türk kadınının yükselişinin önemli sembollerindendir. 1930’ların sonunda çekilmiş bu nâdide fotoğraf, onu çağdaş kıyafet ve geleneksel okçuluk teçhizatıyla göstermesi sebebiyle çok özel ve çok güzeldir. Türk geleneksel okçuluğu 19. yy’ın sonlarından I. Dünya Savaşı sonuna kadar olan süreçte hızla ortadan kalkmış, 1930’ların sonundaki canlandırma çabası ise sonuçsuz kalmıştır. 2000’lerin başında başlayan yeni canlandırma hareketi, siyâsî erkin ilgisini de rüzgâr gibi arkasına alarak, artan ilgiyle varlığını sürdürmektedir. Bu eğilimin sonucunda okçuluk kulüplerinin ve okçuların sayısı artmaktadır. Elbette kadın okçuların sayısı da. Gün be gün, atalarının izinde bu istisnâî savaş sanatını öğrenen meraklılar tabloya katılmaktadır (RESİM 8). Resim 8 A ve 8 B: Türk geleneksel okçuluğu her geçen gün daha çok sayıda kadın okçuyu cezbetmekte, her yıl daha çok yarışma ve etkinlik, kadın dokunuşunun zarâfetiyle güzelleşmektedir. ————————————————————————————————————————— Kaynaklar: Kay Koppedrayer, Kay’s Thumbring Book, 2002. Ole Olufsen, Through The Unknown Pamirs: The Second Danish Pamir Expedition, 1898-99, facsimile reprint of a 1904 edition by William Heinemann, London, 2015. https://www.theguardian.com/commentisfree/2017/sep/18/battle-prejudice-warrior-women-ancient-amazons Adrienne Mayor, The Amazons: Lives & Legends of Warrior Women Across the Ancient World, 2014. Süleyman Kâni İrtem, Sultan II. Mahmud Devri ve Türk Kemankeşleri, Ed: Osman Selim Kocamanoğlu, 2005. Mehmet Zeki Kuşoğlu, Türk Okçuluğu ve Sultan Mahmud’un Ok Günlüğü, 2006. https://www.ancient.eu/Mausoleum_at_Halicarnassus/ http://www.ctie.monash.edu.au/hargrave/gokcen.html https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/230992 Leslie P. Peirce, The Imperial Harem: Women and Sovereignty in the Ottoman Empire (Studies in Middle Eastern History), 1993. |