Posted by Emre Metilli in on 6th 11 2019
ESKİ TÜRK DİNİNDE OKÇULUK MİTLERİKısa özgeçmiş A.Ozan Uluğ 1976 yılında İstanbul’da doğdu. Yıldız Teknik Üniversitesi Gemi İnşaatı ve Makineleri Mühendisliği Fakültesinden 1998 yılında mezun oldu. Kıdemli tirendaz okçularından olan Uluğ evlidir ve halen gemi inşaat mühendisliğini sürdürmektedir. ESKİ TÜRK DİNİNDE OKÇULUK MİTLERİ “Tahta ok ancak onu yönlendiren ruh ile etkinlik kazanır”- Jean Paul Roux[1] Ok ve yay Avrasya’nın Göçerleri için, tüm tarihleri boyunca hayatlarının vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Bu insanların tarihi serüveni iniş ve çıkışlarla doludur. Göçerlerin çalkantılı hayatlarında ok ve yayın yerinin nasıl olup da hiç değişmediğini izah etmek zordur. Bunun için okçuluğun kültürel ve folklorik arka planını incelememiz gerekir. Maddi olan her şeyin ve insanların ömrü sınırlıdır. Efsanelerse kuşaklar boyunca yaşamaya devam ederler. Şekil değiştirirler ama kaybolmazlar. Hatta daha çok güç kazanırlar ve yayılırlar. Eski Türk Dinindeki okçuluk mitleri içinde aynı durum söz konusudur. Ortaya çıkmışlar, yayılmışlar, şekil değiştirmişlerdir. Geçmişte kalan görkemli günlerin silik anıları arasından sıyrılıp günümüze efsaneler olarak ulaşmışlardır. Avrasya Mitolojisinde Türlü Metaforlara ve Kavramlara Genel Bir Bakış Erken Avrasya Mitolojisinin temelinde yer alan bazı olgu ve kavramları açıklamak ileride anlatılacakları kavramak için yararlı olacaktır. Benzer kavramlara pek çok arkaik dünya mitolojisinde rastlamak mümkündür. Jean Paul Roux’a göre Altaylı inanışı gereği evrendeki her şeyi kendine benzetir. Evreni anlamak için kendi varlığını örnek almıştır. Rüzgâr, kayalar, silahlar, bitkiler, hayvanlar ve tabi ki insanlar hepsi canlıdırlar. Her şey yaşamaktadır. Hiçbir şey cansız değildir. Evrendeki her şey tıpkı kendisi gibi doğar büyür yaşar ve ölür. Evrendeki her şey yaşamını içindeki yaşam gücü veren manevi olguya borçludur. Bu olgu özellikle “özellikle insan eliyle yapılmış nesnelerin” içinde bulunur. Bu kavramın günümüz Türkçesinde tam bir karşılığını bulmak zordur. Töz, tin, ruh gibi kavramlara karşılık gelebilir[2]-[3]. Herhangi bir şeyin birden fazla ruhu/tini/tözü olabilir[4]. Bazen bu ruhlar/tinler/tözler kaynaşarak yeni bir tin bile oluşturabilir[5]. Altaylının gözünde her şey insanlar gibi davranır. Sosyolojik olarak ta durum benzerdir. Tüm canlıların mensup oldukları toplulukları ve boyları vardır. Ağaç kendi başına bireydir. Aynı zamanda tüm ağaçların oluşturduğu topluluğunda üyesidir. Hayvanlar ve diğer tüm nesneler içinde durum aynıdır. Hayvanların, bitkilerin, nesnelerin toplulukları insan toplulukları gibi davranırlar. Kendi içlerinde bir hiyerarşileri vardır. Kendi aralarında türlü ilişkiler kurabilirler hatta savaşabilir. Bireyde topluluğun, toplulukta ise bireyin temel ve anonim özelliklerini görmek mümkündür[6]. Hayvanların ve bitkilerin bazı kısımları tılsım olarak kullanılır. Buna günümüzde dahi pek çok kültürde rastlanabilir. Burada amaçlanan tılsımın ait olduğu hayvan veya bitkinin taşıdığı manevi olgudan bir parçayı ödünç almaktır. Böylelikle bir özdeşlik kurulması mümkün olabilir. Örneğin: bir avcı avladığı bir yırtıcının postunu kuşanabilir. Burada hedeflenen sadece soğuktan korunmak değildir. Söz konusu yırtıcının sahip olduğu manevi olgudan (tin, töz, ruh vs.) bir parçayı da ödünç almaktır. Böylece o yırtıcının özelliklerinden bir kısmı da (mesela yırtıcının avcılık yeteneği) avcıya geçmiş olacaktır. En azından ilkel dünyada bu şekilde olduğuna inanılır. Bu kısa açıklamalardan sonra artık ok ve yayın manevi anlamda ne olduğunu inceleyebiliriz. Ok ve Yayın Mitolojik Olarak Anlamı Psikolojide çok sık başvurulan temel bir kavramdan alıntı yapmamız yerinde olacaktır. “Bir nesne kendini oluşturan şeylerin toplamından farklı bir bütündür”. Bu kavram yaşamımızı dolduran her şeyde geçerlidir., Avrasya göçerlerinin anonim imzası haline gelmiş olan ok ve yay için de durum aynıdır. Ok ve yay ikilisi, kendilerini oluşturan maddelerden fonksiyonel ve fiziksel olarak farklı bir bütündür[7]. Ok ve yayı oluşturan parçaların birde manevi tarafları (töz/tin/ruh) vardır. Dolayısıyla ok ve yayda Altaylının evren anlayışına uygun biçimde tinsel bir sinerji mevcuttur. Ok ve yayda birden fazla töz/tin/ruh bir arada bulunmaktadır. Aynı zamanda bunlar bir araya gelip kaynaşarak yeni bir töz/tin/ruh da meydana getirmektedirler. Okun Mitolojik Anlamı Mitolojik açıdan genel kanı okun kutlu bir nesne olduğu yönündedir. Okun insana, gün ışığına[8] ve kuşlara[9] muadil olduğu düşünülür. Evren Ağacı Yer’in ve Gök’ün katlarını birbirine bağlayan ve evrenin merkezinde yer aldığına inanılan ağaçtır. Yer ve Gök bu ağaç sayesinde birbirine bağlıdır. Günlük hayatta totemlerde simgeleştirilmiştir. Böylesi totemleri kamlar/şamanlar kullanırlar. Bu yolla Yer ve Gök’ün katlarına seyahat edebilirler. Hayat Ağacı ise değişik biçimlerde türeyiş efsanelerine konu olmuştur. Boyun ilk bireyinin ya da bir Yüce Varlık’ın türeyişinde rol almış olan ağaçtır. Örneğin Uygur Kağanı Buku Han ve Orta Asya’ya ait tüm mitolojilerde farklı şekillerde varlığı hissedilen Umay Ana ağaçtan türemiştirler. Bu sadece bu iki mitle de sınırlı değildir. Oğuz Kağan Efsanesi[10], Kıpçak/Kuman[11] türeyiş söylenceleri, şamanların canlarını ağaçlara emanet edişleri, kuş biçimli ruhların hayat ağacının dallarına tünemeleri, ağaç dikmenin insanın ömrünü uzatacağı inanışı vb. hayat ağacı mitinin türlü yansımalarıdır. Aslında bir parça latife ile şamanlar hayatlarını ağaca emanet ederken, okçular da hayatlarını ağaçtan yapılmış oklara emanet etmişlerdir. Söz konusu her iki ağaca da yakıştırılan sıfatlar aslında sembolik anlamda üyesi oldukları topluluk sebebi ile tüm ağaçlar için geçerlidir[14]. Buradan hareketle tüm ağaçları Evren/Hayat Ağacı ile özdeşleştirebilmek mümkündür. Oklarda nihayetinde ağaçtan yapılmaktadırlar. Sonuç olarak okun Hayat/Evren Ağaçlarının özelliklerine sahip olduğu düşünülebilir. Okun iki mitolojik ağaçtan hangisine tam olarak özdeş olduğu meselesi biraz karmaşıktır. Genel kanı yeri ve göğü birbirine bağlayan Evren Ağacı olduğu yönündedir[15]. Ok uçlarının yapıldığı malzemeler de kendi başlarına tıpkı ağaçlar gibi pek çok anlam taşırlar. Taşın doğası gereği öne çıkan en karakteristik özelliği herhalde sonsuz ömürlü olmasıdır[16]-[17]. Metal ok uçlarının hammaddeleri arasında yer alan bakır/bakır sokum[18] Türk inanışında Savaş Tanrısı kültüyle ve Mars gezegeni ile ilişkilendirilmiştir. Demir ise zaten başlı başına bir külttür. Ok ucu anlamına gelen “temren/demren” kelimesi temür(demir) /temürgen[19] kelimesinden geldiği düşünülür. Demiri eritmek ve işlemek pek çok efsaneye konu olmuştur. Göçerler arasında çok yaygın olan kemik ok uçlarının yapımından kullanılan kemik bile bir anlama ve öneme sahiptir. Kemik bilindiği gibi Türk İnanışında soyun sembolüdür. Boy-birey ilişkisi gereğince avlanan veya sürüye tabi olan evcil hayvanlar bireye ait olduğu kadar boyun da malıdır. Bununla ilintili olarak hayvanların kemiklerinden yapılan uçlar için de aynısı söylenebilir. Kemikten yapılmış bir nesne olan ok ucu korunmak ve avlanarak beslenmek aracılığıyla soyun devamına katkıda bulunabilir. Okun yelekleri okun tinsel tarafının en öne çıkan kısmıdır. Yelekler bilindiği üzere kuşlardan elde edilirler. Dolayısıyla bir kuşun tüm özelliklerini okun bünyesine aktarırlar. Kuşların karakteristik yanı uçmalarıdır. Eski zamanlarda uzun mesafelere uçabilecek iki şey vardır. Bunlardan birincisi kuşlar ikincisi oklardır. Oklar bu yönleri ile mecaz anlamda kuşlara denk kabul edilirler[20]. Kartal pek çok kültürde en güçlü kuş olarak tanımlanmıştır. Büyük bozkırın tüm halkları için de durum aynıdır. Bunu daha geç önemde çift başlı Selçuk kartalında görmek mümkündür. Belki de bu sebepten Asya Hunlarında “kartalın okçuları”[21] adında bir grup vardır. Bu yüzden en makbul ok yelek tüyü kartala ait olan olmalıdır. Uçmak başlı başına olağan üstü durumdur. Uçarak göğe erişebilirsiniz. Bu da ileride anlatılacağı üzere okların manevi anlamda diğer özelliklerindendir[22]. Ok efendisi için eğlendirir, avlanır ve öldürür. Alabildiğine kişisel ve özeldir. Maddi açıdan değerli ve önemli bir objedir. Bu yüzden kaybolmaması veya başkalarının oklarına karışmaması için işaretlenir. Bu oldukça eski bir gelenektir. Bir nesneyi işaretleyerek, üzerinde hak iddia etmek mümkündür. Bu aidiyetin getirisini ilerde tekrardan değerlendireceğiz[23]. İnsanı insan yapan en önemli özelliklerden biri şüphesiz yazıya dökülen dildir. Okların işaretlenmesi veya sahibinin adının yazılmasından ötürü günümüz Türkçesi’nde kullandığımız “okumak” fiilinin ok kelimesinden türediği öne sürülmüştür[24]. Ok kelimesinin Türkçede ki anlamları Divanı Lügat-I Türk’te Oğuz Lehçesi için şöyle sıralanmıştır[25]: Yayın Mitolojik Anlamı Yay Türk Kültüründe üzerine yemin edilebilecek kadar kutsal ve kutlu bir nesne biçiminde söylencelerde yer almıştır. Genel kanı olarak yayın gökyüzünü temsil ettiğidir[27]-[28]. Bilindiği üzere Türk Yaylarının da dâhil olduğu Orta Asya bileşik yayları ağaç, boynuz, sinir ve tutkaldan yapılırlar. Bu malzemeler ile ilgili mitler aşağıda açıklanmıştır. Kompozit yayın yapımında kullanılan malzemelerden biri olan boynuz Türk Kültüründe egemenlik ve güç anlayışı ile ilgilidir[29]. Gök’ün oğlunun başlıca fiziksel özelliği olarak idrak edilmiştir[30]. Kudret ve güç sembolü olduğu söylenebilir. Söylenceler incelendiğinde önemli kişilerin ve güçlü ruhani varlıkların sembolü olarak karşımıza çıkar. Şaman giysilerinin önemli bir parçası olan başlıklarda boynuza sıkça rastlanır. Çift boynuzun evrensel düzeni simgelediği düşünülür. Tek boynuz ise zamanla bir şekilde kötücül varlıkları sembolize eden bir sembole dönüşmüştür[31]. Bilindiği üzere Asya Bileşik Yayının karın bölgesinde bir çift boynuz bulunur. Çift boynuzun evrensel düzenin sembolü olduğunu savına yola çıkarak, yayın evrenin düzeni ile ilintili olabileceği söylenebilir. Sinir yani tendon insanın kullandığı ilk doğal malzemelerden biridir. Esnek ve dayanıklıdır. Avcı toplayıcı zamanlardan beri hemen her türlü işte kullanılmıştır. Kasın bir parçası olduğu için güç ve kuvvet ile arasında bir bağlantı kurulabilir. Bazı nesnelerin ve tinlerinin bir araya gelmesinden, toplamda ulaşılabilecek olandan çok daha büyük bir yekûn elde edilebilir[32] olduğu söylenmişti. İlk okunduğunda bir gizem veya bir büyü gibi gelebilecek bu durumun en iyi örneği yaydır. Taş ya da kemik uçlu bir mızrakta benzer malzemeler kullanılarak yapılır. Yapımda aynı malzemeler (yani aynı tinler) söz konusu olmasına rağmen mızrak, yay kadar büyük bir sembolik anlama sahip olmamıştır. En azından Türk Kültürü için bu böyledir. Orta Asya’da yaylar ağaç, boynuz, yeterince sinir ve protein temelli bir yapıştırıcıdan oluşur. Gövdeye temel teşkil eden ağaç Hayat/Evren Ağacının üretkenliğini ve yer ile göğü bağlayan ekseni çağrıştırabilir. Karın kısmındaki bir çift boynuzdan ötürü güç ve kudret, atalar kültü, evrenin işleyişin gibi kavramlarla ilişkilendirilebilir. Sırtına kaplanan sinir ile ait olduğu hayvanın tüm kaslarının gücünü bünyesinde topladığı düşünülebilir. Yayda sıradan nesneler insan eliyle özgün ve sıra dışı bir varlığa dönüşmüştür denilebilir. Günlük Hayata Türlü Yansımalar: Paul Klopsteg’e göre “Hazırlanmasında, yapımında ve kullanılmasında gerçek bir sanatçının ellerine gerek gösterdiği için bileşik yaylara mistik yarı-dinsel bir yaklaşımla bakılmaktadır” İnsan odaklı kozmoloji anlayışının yansımalarını da görmek mümkündür. Altay’dan çok uzaklarda Altay’ın başka bir kültürel mirasçısı; Kıpçak kökenli bir Memluk olan Tayboğa yay ve insan birbirine benzediğini not etmiştir. Osmanlı okçuluk terminolojisinde okun bedeni 24 kısma ayrılmış. İnsan bedeninin adları verilmiştir. Ok ve yayın insana benzetilmesinde İslami düşüncenin de etkisi olduğu muhakkaktır. İslamiyet inanışında insana verilen değer büyüktür. Bu nedenle ok ve yay eski dinden totem hayvanları yerine insana benzetilmiş olabilir. Antromorfolojik tasvir ve isimlendirme daha çok pagan izler taşır. Avrasyalı bir göçerin gündelik dünyası basit bir açıklama ile bozkırda gördüğü tek tük ağaçlardan ve hayvan sürülerinden ibarettir. Hammadde olarak bunları kullanarak ürettiği bileşik yayına bir anlamda yaşamının tüm kesitlerinden öğeler sığdırmayı başarmıştır. Yayını kavradığı zaman avucunun içinde kendi dünyasının tüm nesnel ve ruhani güçlerini toplamayı başarır. Tüm dünyası, gördüğü her şey ve göremeyip sezdiği tinler âlemi de artık avucunun içindedir. Yine Tayboğa’nın benzetmesine dönersek. İnsana benzetilen yayı ele almak, bir insanı ele almaktır. Onunla kader birliği yapmak, yoldaş olmaktır. Yalnız küçük bir farkla: bu sözde insan, mecazî yoldaşınız, güzel yayınız size tabidir. Siz ona hükmedersiniz. Yayı kabz etmek ya da tutmak, kabzasını avucunuzun içine almaktır. Hiçbir alegoriye gerek olmaksızın eline almak[34]/avucunun içine almak[35]” gibi deyimler Türkçede etkisi altına almak ve yönetmek gibi anlamlar taşırlar. Dolayısıyla yayı her ele aldığınızda ona ve ardındaki tüm güce hükmetmiş ya da en azından ortak olmuş olursunuz. Belki de bu bakış açısı yayı tanrısal bir nesne ve hükümdarların silahı yapmıştır. Tasavvufta yay kollarının Suflîliği ile Ulvîliği temsil ettiğine inanılmıştır. Kelime anlamı olarak ulvî “yüce/gökle ilgili olan/semavî” gibi anlamlar taşır. Suflî ise “bayağı/sıradan” olarak izah olunabilir. Yukarıda kaleme alınanlar ışığında yayın tutak/kabza kısmı, yay kollarıyla temsil edilen birbirine zıt dikotomik çiftlerin bir araya geldiği yerdir. Tutak/kabzada dikotomik kavram ve olgular bir arada dengede bulunurlar. Tezatlıkları ile birbirlerine anlam katarlar. Zıtlıkları ile birbirlerini tamamlayarak var olurlar. Bu denge ve birlikte var olma durumu bize evrenin işleyişini hatırlatır. Sadakların ve Kemerlerin Durumu: Ok maddi ve manevi olarak son derece güçlü bir nesnelerdir. Doğaüstü güçler/tinler taşır. Oklar bir demet olarak bir araya geldiklerinde taşıdıkları tinleri de bir araya toplanacaktır. İşaretlenmelerinden dolayı, sahibi olan kişileri sembolize ederler. Kişilerin/sahiplerinin simgesi olan oklar bir araya geldiklerinde bir amaç için bir araya toplanan insanları da sembolize edebilirler[36]. Demet halinde okları bir arada tutan sadaklar Türk-Moğol geleneğinde ok demetlerinin yerine geçtiklerinden, son derece tılsımlı nesnelerdir[37]. Çünkü sadaklar oklara atfedilen özelliklerden dolayı, manevî olarak insanları ve tinleri bir araya getirirler. Hediye olarak sadık alınıp verilmesi bozkırın ilk sakinleri ve onların ardılları arasında sıkça rastlanan gelenektir. Böylesi sadaklar gayet hoş süslemelidirler. Aralarında altın işçiliğiyle bezenmiş örneklerde mevcuttur. Bunun altında yatan sadağa verilen önem yatmaktadır. Söz konusu geleneğin kökenleri erken dönemde İskitlere uzanır. Geç dönemde ise Osmanlıya kadar olarak takip edilebilir. Daha az ön plana çıkmış olsa da kemer de sembolik anlamıyla ihmal edilmemesi gereken bir nesnedir. Kemerler sadakları insan bedenine bağlar. Erken dönem Türk aristokrasisinde önemli yer tutarlar. Kemerlere takılan toku veya tokular başarıları sembolize ederler. Erkekler kadar kadınlar da kemer kuşanabilir. Büyük bozkırda sadağınızdaki oklar ve kurmanınızda i yayınızla başarılar kazanırsınız. Bu başarılarla tokular hak edersiniz. Belki de size süslü sadakalar, oklar ve yaylar hediye edilir. Sonunda bunların hepsini kemeriniz ile bir araya getirirsiniz. Tamamını yine kemeriniz ile bedeninize bağlarsınız. Ardından bu döngü yeni başarılarla tekrarlanır. Adı geçen nesneler arasındaki sebep sonuç ve birliktelik ilişkisi kayda değer derecede dikkat çekicidir.[38] Av ve Kurban Törenlerinde Okçuluk Ritüelleri Pek çok araştırmacı tarafından kabul gören genel kanı avın bozkır insanı için savaşa muadil bir faaliyet olduğudur. Dolayısıyla av bir tatbikat, bir savaş oyunu olarak değerlendirilebilir. Orta Asya’ya özgü bir adet olarak yapılan büyük avlarda ok ve yay ile ilk kanı dökme hakkı daima kağanın/hükümdarın olmuştur. Böylece yönetici, yöneticiliğini sembolize eden yay ile bir ok kullanarak avın son kısmı için perdeyi açar. Burada yayın yöneten okun ise yönetilen manasına geldiği unutulmamalıdır. Aslında kelimenin tam anlamıyla bir nesnel alegori mevcuttur. Yani kağan hükümdarlığının sembolü olan yayı ile oklarla sembolize edilen yönettiği kişilere buyruğunu verir. Konuyu dağıtmadan bir parça espriyle devam edecek olursak av gerçekten bir oyundur: Kurban törenleri bozkır kültürünün ayrılmaz parçalarıdır. Kayıt altına alınmaları Çu Dönemine kadar uzanır. Özellikle yılın belli dönemlerinde sürek avlarına çıkılırdı. Bu avların dönüşünde kurbanlar sunulurdu. Bu gelenek ilginç bir şekilde bozkırın tüm sakinlerince kabullenilmiştir. Varlığını çok uzun bir süre boyunca sürdürmüştür. Av ve kurban bozkırın sakinleri arasında ardışık olarak gerçekleştirilmesi gereken eylemler olarak görülüyor olabilir. Benzer şekilde kurban törenlerinin savaş öncesinde de yapıldığından haberdarız. Bu konu hakkında düşündürücü bir detay M.Ö. 2. yüzyıldan günümüze kadar ulaşmıştır. Hunların savaşa gitmeden önce yaptıkları törenlerde kurban sunarlar ve bu kurbanları bin ok ile öldürürler[39]. Kısacası ok ve yay, savaş ve avın yanı sıra (belki de bu eylemlerin başarıya ulaşması için uygulanan) kurban törenlerinde de kendine yer bulmuştur. Av Avlamak & Kuş Kuşlamak: Türkçe “avlamak” fiili “av” kelimesinden türemiştir. Bir canlıyı yakalamak ve/veya öldürmek anlamına gelir. Eski Türkçeye özgü bir durum olarak, kuş avı için farklı fiil kullanılır. Kuş avlamaya erken dönem Türkçede “kuşlamak”[40] denir. Kuş avının nasıl yapıldığını incelemek bu fiilin nereden geldiği konusunda ipuçları verebilir. Kuş avı dünyanın her yerinde olduğu gibi okla yapılabilir. Orta Asya’daysa alternatif bir uygulama olarak bu iş için alıcı bir kuş kullanılabilir. Alıcı kuşlar doğaları gereği avlanmak yetisine sahiptirler. Eğer alıcı kuşunuzu uygun biçimde eğitisiniz. Oda sizin için istediğiniz kuşları avlar. Peki, ok için durum nedir? Ok da aslında mecazî olarak bir kuştur[41]. Yani okunuzla ya da alıcı kuşunuzla kuş avlamanız aslında aynı şeydir. Her iki şekilde de kuşu başka bir kuşla avlarsınız. İşin daha da ilginci, neredeyse tüm sürecin teorik olarak aynı olduğudur. İki av aleti de son ana kadar sahibinin yanında bekler. İkisini de taşımak için deriden yapılmış donanımlar gereklidir. (Oklar için sadak kuşlar için kolçak benzeri bir kolluk) Her ikisi de sahibi tarafından atılır. Okunuzu yay ile atarsınız. Alıcı kuşunuzu ise kolunuzun yavaş bir hareketi ile savurursunuz. Alıcı kuşunuz havalanarak hedefe doğru uçar. Savurmak kelimesine geri dönecek olursak; aslında yay da bir yerde oku savurmaktadır. İkisi de hedeflerine uçup onu düşüreceklerdir. Sizin gelip onu ve avını almanızı beklerler. Dolayısıyla sadaklarımız aslında mecazî avcı kuşlar için mecazî yuvalardır. “Kuşlamak” kelimesi belki de kuş yakalamak için kuş (biri mecaz diğeri gerçek anlamda) kullanıldığından ötürü türetilmiştir[42]. Kam/Şaman Ritüellerinde Ok ve Yay Dünyada en yaygın adıyla şaman erken devirlerde günlük hayatın bir parçasıydı. Şaman Tunguzca bir kelimedir. Türkçede bu işi yapanlara “kam/bakşı/bahşı” gibi adlar verilir. Bu müessesenin varlığının insanlık tarihinin çok erken devirlerine kadar uzanır. İslamiyet öncesi Türk dininde de kamlar toplumsal açıdan önemli roller üstlenirler. Aslında kelimenin tam anlamıyla kam olunmaz kam olarak doğulur. İnanışa göre bu yetenek Gök Tanrısının bazı özel kişilere armağanıdır. Kamlar bu yetenekleri fark edildiğinde başka bir kamın çırağı olurlar. Eğitimleri tamamlandığında mesleklerini icraya başlarlar. Konu üzerine yapılan araştırmalar kamların erken dönemde ayinlerinde davul yerine ok ve yay kullanmış olduklarını göstermektedir[43]. “Okçu” sözcüğü Azeri Türkçesinde “bilgiç/efsuncu” anlamına gelir[44]. Kamın ruhlar alemi hakkında bilgi sahibi olması ve büyü/efsunla uğraştığı düşünüldüğünde bu kelimelerin kamı tanımlaması mantıklıdır. Azeri Türkçesinde ilginç bir şekilde bilgiç/efsuncu anlamına gelen “okuyucu”[45] diye bir deyim daha vardır. Bunun okçu kelimesinin yanlış kullanımı olduğu düşünülür.[46]-[47] Ok ve yayla fal bakılması, yağmur yağdırılması, kötü ruhlarla savaşta kullanılması sık rastlanan şaman icraatlarıdır. Şaman davullara ok ve yay resmi çizilmesi ya da ok ve yay şeklinde tılsımlar yapılması kaydedilen örnekler arasındadır. M. Eliade “Yay ve oklar kozmik düzenin simgesi olması açısından … şamanın (göğe) yükselirken kullandığı düzeneğin bir parçasıdır”[48] der. Aslında bu duruma şaşırmamak gerekir. Ne de olsa Samoyed inanışında şamanlar göğe ok gibi fırlatılırlar[49]. Oklar ve Çubuklarla Kehanette Bulunmak Avrasya’nın göçerleri fal bakmak için çubuklar kullanmışlardır[50]. Bu şekilde fal bakmanın kökeni oldukça eskilere dayanır. Göçerlerle pek çok coğrafyaya taşınmıştır. Burada kullanılan çubukların “okların muadili olduğu” kabul edilir. Bu adet ilk defa Herodot tarafından kayıt altına alınmıştır. Herodot’a göre İskit kâhinleri söğüt ağacından çubuklar ile fal bakmaktadırlar. Ammien Marcellin Avrupa Hunlarında böyle bir uygulamanın olduğunu kayıt altına almıştır. Çubuklar ise sorgun ağacındandır[51]. Görünüşe göre Marcellin, Herodot’a göre titiz ve dikkatlidir. Avrupa Hunlarının ihmal etmediği önemli bir detayı gözden kaçırmamıştır. Söz konusu çubukların bir araya toplanırken eğri olmamalarına dikkat edildiğini gözlemlemiştir. Bilindiği gibi hiçbir okçu eğik veya kusurlu bir okla atış yapmak istemez. Çubuklar ve oklar arasından benzer nitelikler aranmaktadır. En azından düz olmalarının istenmektedir. Bu detay dikkat çekicidir. Okların ve çubukların özdeşlikleri savına katkıda bulunabilecek niteliktedir. Bazı durumlarda çubuklar değil doğrudan oklar kullanılmıştır[52]. Şef seçimi veya akınlarda kimin hangi yöne gideceğinin tayininde de oklara başvurulur. Şahısların işaretlenmiş okları toplanır. Bu oklar kullanılarak kura çekilir. Kişilerin ve temsilcisi oldukları boyların ok ile sembolize edilmesi dikkat çekicidir[53]. Okların yerine çubukların adeta dublör olarak kullanılmasının ardında oklara duyulan saygı yatıyor olabilir. İlginç bir şekilde oklara saygı duyulması ve korunması geleneği Cengiz Döneminde yasalaşmıştır. Cengiz Hanın yasaklarından biri de “oklara kamçı ile dokunmaktır”[54]. Yerle Gök Arasında İletişim Kurmak Arkaik inanç biçimlerinde pek çok kutsal varlık gökte ya da yüksek yerlerde ikamet eder. Dolayısıyla Yer ile Gök arasında iletişim kurmak ya da yerden göğe ermek, kutsal varlıkların katına ulaşmaktır. Belki de bu sebepten dolayı, insanoğlu yer ve gök arasında iletişim kurmaya ilk çağlardan beri önem vermiştir. Bu yolculuk için türlü kültürlerde benzer yöntemler uygulanmıştır. Ayin için dağların yüksek yerlerinin seçilmiş ve yüksek tapınakların inşa edilmiştir. Şamanın gökyüzüne tırmanmak için diktiği ağaç direk de buna örnek olarak kabul edilebilir. Ruhun ölümden sonra gökyüzüne uçması da bu inanışlarla ilintili olabilir. Bu yöntemlerin ortak noktalarının yerden yükselmektir. Yerden yükselmek için seçilebilecek en pratik yöntem de muhtemelen uçmaktır. Peki, bu Gök’e uçmak/ermek, Gök’ün manevi tarafına ulaşmak nasıl gerçekleşir? Cevap okların “evrenin üst bölgelerine ağaç olarak ve kuş olarak girebilmesidir[55]. İnsana ait oldukları için onu da kendileri ile birlikte evrenin en üst bölgelerine sokarlar”[56]-[57]. Bu noktada “kurulu yayın gökyüzünü temsil ettiği, kirişin yeryüzünü simgeleyişi ve gezlenmiş okun kozmik ekseni gösterdiği”[58] doktrini oldukça önemlidir. Belki de ok ve yay kullanarak Yer ile Gök arasında iletişim kurmak fikrinin temelini oluşturan tahayyül budur. Bir Fenomen Olarak Menzil Okçuluğu Göğe doğru ok atmanın kökenleri çok eski ve belirsizdir. Pek çok Asya kültüründe bu duruma rastlamak mümkündür. Kimin göğe doğru ok atmak yetkisine sahip olduğu ise net değildir. Konu hakkında ulaşabildiğimiz kısıtlı tarihi kaynakları tararsak şunları görebiliriz: Saka hükümdarı seçkin bir kişidir. Kartalın okçularını sadece ismen tanıyoruz. Ama istisnai bir zümre olmaları kuvvetle muhtemeldir. Osmanlı dönemi menzil okçuları zaten elit bir sınıf teşkil ederler. Kamları/şamanları seçense zaten gökyüzüdür. Bu durumda diyebileceğimiz mecazen (bir şaman gibi) ya da madden (tıpkı bir okçu gibi) göğe ok atmak eyleminin bir izne/yetkiye/hakka tabi olup olmadığını bilemeyiz. Bugün elimizde bulunan az sayıda örnekten en azından göğe ok atanların toplumun seçkinleri olduğunu söyleyebiliriz. Ok ve yay daha önce değinildiği gibi kutlu nesnelerdir. Aynı zamanda beraber olarak kozmosu temsil etmektedirler. Ritüelimizin esası oldukça basittir. Yay ile oku elverdiğince uzağa atmaktır. Oku uzağa atmak için mümkün olduğunca yükseğe atmak gerekecektir. Bu yolla oku olabildiğince uzun süre uçurmak mümkün olmaktadır. Şüphesiz ki ok uçtuğu sürece gökyüzüne kalacaktır. Çünkü ok atıldıktan sonra okçunun ok üzerinde artık bir etkisi kalmamıştır. Bundan sonra ok gökyüzüne ait olacaktır. İlkel inanışlara uygun biçimde kutsallık atfedilen gökyüzü ile temas kuracaktır. Böylece yaratıcı mutlak güç iletişime geçmek olası hale gelecektir. Bu durum, kökeni unutulmuş bir dogma olarak menzil okçuluğunun doğmasına sebep olmuş olabilir. Osmanlı Türk Menzil okçuluğunda atış menzil atışında “gaza niyetine” ve” Ya Hak” naralarının atılması bu savı destekler niteliktedir. Gaza kutsal savaş anlamı taşır. Oysa ortada gerçek bir savaş yoktur. Burada okçunun savaşı/mücadelesi içseldir. Okçu kendisine karşı bir mücadele vermektedir. Amacıysa oku daha uzun süre uçurabilmektir. “Ya Hak” narasındaysa yaratıcıya bir sesleniş vardır. Bunda maksat girişilen bu kutsal ve içsel mücadelede yaratıcıdan yardım istemek olabilir. Yay Kirişi ile Boğulmak; Verilen Kutu Kutlu Bir Nesne ile Almak Orta Asya’da bilindiği üzere hükümdarın kanı kutsaldır. Çünkü kendisi gök tanrısı tarafından seçilmiştir. Tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Hükümdar bu erki kanındaki kuta borçludur. Kutsa sadece tanrı tarafından bahşedilir. Bu maksatla Orta Asya politik geleneğinde soylular ve hükümdarlar kanları akıtılmadan öldürülürler. Osmanlı ve Selçuklularda soylular yay kirişi ile boğdurulurlar. Bu idam biçiminin nasıl şekillendiğini bilmiyoruz. Bunun ardında erken devirlerden kalma bir hatıra veya dogma muhtemeldir. Kut taşıdığına inanılan kimselerin kanının dökülmemesi geleneği bunu şekillendirmiş olabilir. Yay ve hükümdarın kanı kutlu nesnelerdir. Yay aynı zamanda hükümdarların adeta ikon haline gelmiş sembolüdür. Hükümdarları hükümdar yapan, ona savaşlar kazandıran yaydır. Bir hükümdar yayı sayesinde hükümdar olur. Onun sayesinde yeryüzünde hüküm sürer. Bu öyküde dramatik bir detay da gizlidir. Yayın kirişi özel olarak yeryüzünü temsil eder. Hükümdarsa yeryüzünde hüküm sürer. Nihayetinde onu hükümdar yapan yayı onun canını alır. Bu konuya özel olarak, Hazar Türklerindeki kağan seçimlerinde ilginç bir detay göze çarpar. Kurultayın ardından seçilen kağanın boynuna (bazı kaynaklara göre) ipek bir şal dolanıp ve sıkılır. Nefessiz kalan kağan kendinden geçmek üzereyken şal gevşetilir. Bu söz konusu esriklik halinde kağanın ağzından dökülenler yorumlanmaya çalışır. Bunlar bir kehanet gibi değerlendirilir. Bu uygulamaya kadim Türklerde de rastlanır[60]. İpek şalın sıkılarak baygınlık eşiğine getirilen kağanın durumu teatral bir boğma sahnesini hatırlatır niteliktedir. Bilindiği üzere yay kirişlerinde ipek tercih edilen bir malzemedir. Buradaki ipek şal ile ipek kiriş arasında ve hükümdarın sözde ölümü ile kurbanı boğarak gerçekleştirilen siyasi bir idam arasında ne kadar özdeşlik kurulabilir? Veya bu olaylar ve eylemler arasında bir öncül-ardıl ilişkisi var mıdır? Bunu eldeki bilgiler ışığında şu an bilmemiz mümkün değildir. Ama benzerlik dikkat çekici niteliktedir. Eski Türk Dini Panteonunda ve Mitolojisinde Yayla İlgili Kavramlara Genel Bir Bakış Türk mitolojisine dair detaylar oldukça geç zamanlarda yazıya geçirilmiştir. Pek çok kavram, ruh, tanrı/tanrıçanın rolleri yeterli bilgiye kesin hatlara sahip değildiz. Türkçe Dil Ailesi çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Oldukça uzun bir geçmişe sahiptir. Bunların üzerine söyleniş biçimlerinden (lehçeler/ağızlar vs.) kaynaklanan zorluklarda eklenmektedir. Bu durum Türk mitolojisini anlamayı daha da zor hale getirmektedir. Aşağıda bazı kavramlar/ruhlar/tanrılar/tanrıçalar listelenmiştir. Bunları az önce sözü edilenler ışığında değerlendirmek hata yapmamak açısından gereklidir. Yay manevi, mecazî ve ruhani olarak da pek çok anlam taşımaktadır. Konuyu dil bilimden yardım alarak değerlendirebiliriz. Böylece yay kelimesinin ardında şu ana kadar görmediğimiz bir dünya olduğunun farkına varırız. Yay kelimesi anlam bakımından yaymak, yayılmak, türemek, yaratmak, genişlik gibi kavramlar ile ilişkilendirilebilir. Cay/day/nay/tay/zay/yay kelime ve kökleri ile ilgilidir. Bu kelime kökleri ile fonetik/anlamsal/yakın kavramlar perspektifinden de ayrıca değerlendirilebilir. Bu açılardan incelendiğinde Orta Asya’ya özgü Eski Türk Dininin Panteonunda ve mitolojisinde adını yaydan alan pek çok varlık ve kavram vardır. Ayrıca yay ile etimolojik açıdan bağlantılı pek çok varlık ve kavramda bulunur. Söz konusu varlıklar ve kavramlar zamana, coğrafyaya, kültüre, inanca göre değişkenlik gösterebilir. • Ak Ata (deniz tanrısı olan Ak ata demir yaylı olarak bilinir.)[61] Özel Bir Durum Olarak Umay Yukarıda adı geçen kavramlar içerisinde Umay Ana kültü diğerlerinden farklı bir konumdadır. Umay adı Göktürk Yazıtlarında ve Divanı Lügati-ı Türk’te mevcuttur. İslam’ın kabulünden sonra da anlamı kısmen değişmiştir. Ama varlığını korumuştur. Türkçe ve hatta Moğolca konuşan pek çok halk arasında değişik isimlerle kabul görmüştür. Pek çok farklı söylenişine rastlanır. İslamiyet sonrası dönemde Azerbaycan Kültüründe görülen Fatma Ana kültünün temelinde Umay Kültünün yattığı düşünülür[74]. Sıfatı ne olursa olsun tanrıça, melek (perişte), ruh vs. Umay kavramı daima artım ile ilişkilendirilmiştir[75]. Efsanevi Hüma kuşu ve Osmanlıda devlet kuşu anlamına gelen Hümâyûn, Umay ile ilişkilendirilir[76]-[77]. Umay Ana’nın pek çok farklı tasviri mevcuttur. Genç, yaşlı, güzel, beyaz saçlı, beyaz giysili, boynuzlu, kuş biçimli bunlardan bazılarıdır. Daima dişil bir varlık olarak karşımıza çıkar. Bir diğer özelliği ise gökkuşağı (gökkuşağının kendisi de aslında bir yaydır) ile yere inmesi ve yay kullanarak çocukları korumasıdır[78]-[79]. Ayrıca Umay Ananın Hayat Ağacının sahibi olduğu inanılır. Türk kültüründeki sembolü küçük bir ok ve yaydır[81]. İlkel Atayla ve Ata Hayvanla İlişkiler Açısından Yay Orta Asya ‘da sözlü halk edebiyatında yapımında kurt tendonu kullanılan yaylar olduğu söylenir. Şu ana kadar yapılan arkeolojik kazılarda da böyle buluntuya henüz rastlanmamıştır. Yayda kurt siniri kullanımına dair en mantıklı açıklama bunun manevi bir anlamı olabileceği yönündedir. Kurt bilindiği üzere Orta Asya halkları arasında güçlü bir totem hayvanıdır. Türeyiş efsanelerinde yer alır. Yayda kurt siniri kullanarak ilkel ata hayvan ile bir özdeşlik yaratmak söz konusu olabilir. Bu yolla bir takım manevi güçler elde edilebileceği düşünülmüş olabilir. Abdülkadir İnan ise meseleye farklı bir açıdan yaklaşmıştır. Başkurt ve Kalmuk efsanelerinde kurt sinirli yaylara “edrene” ya da “adrine” denildiğini belirtmiştir. Aynı adlı bir yayın yer aldığı Adil Sultan Destanını incelemiştir. Bu destanda geçen yayın Edirne’den alınmış bir yay olabileceği savını öne sürmüştür. Edirne’nin tarihi bir adı da Adrianapolis’tir. Altın Yaylar Altın yaylar Avrupa Hunlarının hüküm sürdüğü bölgelerde yapılan arkeolojik çalışmalar sırasında bulunmuşlardır. Altın plakalarla kaplı bu yaylar oldukça ilginç ve şaşırtıcı nesnelerdir. Söz konusu objelerin nasıl bir anlam taşıdığı konusundan kesin bir fikir birliği yoktur. Akla yatkın üç sav öne çıkmaktadır. Bunlar statü sembolüdürler veya politik birer alâmettirler. Kazanılmış bir başarı için verilmiş bir nişan olabilirler. En basit izahat ise ticari değeri olan pahalı nesneler oldukları yönündedir[82]. Demir Yaylar “Demir yaylı” ya da “Temür yalıg” unvanı taşıyan kişilere Oğuzlar arasında rastlanabilir. En bilinen örneklerinden biri Selçuk Bey’in babası Dukak/Tutak’dır. Sübaşı olup “Demir Yaylı” unvanına sahiptir. Görece yakın dönemlerde Babür Sultanlığında üretilen demir yaylar mevcuttur. Bunları saymazsak, erken dönemde arkeolojik bulgular arasında bu tip bir buluntu yoktur. Deniz Tanrısı Ak Ata’da bu unvana sahiptir. Demir yay kavramı güç ile ilişkilendirilir[83]. Mitolojik Nesneler Olarak Destanlarda Ok ve Yay Günümüze ulaşan en eski söylencelerden biri de Islık Çalan Oklar Efsanesidir. Mete’nin Asya Hunlarının başına geçişini anlatır. Söylenceyi şu şekilde özetlemek mümkündür. Mete’nin babası Teoman Asya Hunlarının Yabgusudur. Teoman ve eşi tahta Mete’nin çıkmasını istemezler. Onun yerine diğer kardeşinin tahta geçmesini arzu etmektedirler. Bunun için bir komplo düzenlerler. Mete’yi komşularına siyasi rehine olarak gönderirler. Bunu takiben bir barış anlaşması yaparlar. Ardından anlaşmayı bozarak savaş açarlar. Mete kaçar. Mutlak ölümden kurtulur. Geri döndüğünde, bu başarısı için ödüllendirilir. Emrine bir tümen (on bin kişilik bir birlik) tahsis edilir. Mete adamlarını kendi icat ettiği ıslık çalan oku kullanarak eğitmeye başlar. Islık çalan okunu seçtiği hedeflere atar. Hedef her ne olursa olsun adamlarından bu hedefe ok atmalarını ister. Bu emrine uymayanların cezalandırılacağını bildirir. Seçtiği hedefler arasında av hayvanları, kendi atı ve karısı dahi vardır. Islık çalan okun atıldığı yöne ok atmayanların tamamını öldürtür. Sonunda tüm adamlarının bu emre itaat ettiğine emin olana kadar eğitimlere devam eder. Bir gün avda ıslık çalan okunu babasına atar. Adamları da buyruğunu yerine getirirler. Mete Hunların başına geçer. Taht tevarüsüyle ilgili komplolara ve sorumluların cezalandırılışına dair pek çok öykü vardır. Bunlara tarihte hemen her kültürde rastlamak mümkündür. Bu efsanenin üzerindeki türlü siyasi detayları kazırsak, elde kalan ıslık çalan ok kalacaktır. Genel kanı ıslık çalan okun Mete tarafından icat edilmediğidir. Muhtemelen bu tip oklar Mete’den önce de bilinmekte ve kullanılmaktadır. Ama ıslık çalan oku emir komuta mekanizması içinde farklı bir noktaya taşıyan Mete’dir. Bu söylenceyi şu şekilde yorumlamak da mümkündür. Islık çalan ok yeni bir dönemin habercisi olmuştur. Bu düzene uymayanların cezalandırılacağı mesajını taşır. Islık çalan oka buyruk taşımak görevi yüklenmiştir. Ok artık buyruk taşıyan bir simgedir. Daha sonraları; Mete ıslık çalan ok ile başlattığı efsane zincirine bir halka daha ekleyecektir. “Büyük Çin Seddi kime karşı yapılmıştır?” Çinlilere göre “kuzey bozkırlarındaki yay çekenlere karşı” yapılmıştır. Bir rivayete göre Yabgu Mete “yay çeken tüm boyları birleştirdim” demiştir. Aslında Mete’nin sözleri şöyle yorumlanabilir: “Pek çok yay çekeni bir ıslık çalan ok ile hükümdarlığım altında topladım. Bir “buyruğum/okum” ile harekete geçeceklerdir.” Bilindiği gibi her emir için bir emreden, bir de emre itaat eden kişi gerekir. Aslında benzer bir durum ok ve yay içinde geçerlidir. Her oku atmak için bir yay gerekir. Belki de Mete’nin demek istediği şudur: Önceden Seddin ötesinde pek çok “yönetici/yay” vardı. Artık sadece “bir tek yönetici/bir tek yay” var. Orta Asya tarihine mal olmuş ünlü sözleri bir tarafa bırakalım. Islık çalan oklar söylencesi ve ardından değişen siyasi iklim için daha fazla şey söylemeyelim. Ama bir detayı atlamamak gerekir. Ok ve yay yüklenen “yönetilen” ve “yöneten” kavramlarının temelleri Mete döneminde atılmış olabilir. Belki de bu kavramlar bozkırda çok daha eski dönemlerden beri mevcuttur. Biz varlıklarına dair ilk ipuçlarına ıslık çalan oklar efsanesinde rastlıyor olabiliriz. Oğuz Kağan Efsanesi Oğuz boylarını kurucusu olan efsanevî Oğuz Kağan’ın yaşam öyküsünü anlatan söylencedir. Oğuz Kağan’ın hayatındaki benzerliklerden Hun İmparatoru Mete olabileceği savı öne sürülmüştür[84]. Bir başka sava göreyse İskit/Saka döneminden kalan bazı hatıraları da ihtiva eden bir efsanedir[85]. Söylenceyi okçuluğu merkez alarak incelersek dikkat çekici hususlar göze çarpacaktır. Oğuz Kağanın iki eşinden toplam üçer oğlu vardır. İlk eşini ağaç kovuğunda bulmuştur. Bu eşi yeri sembolize eder. Ağaç kovuğun içinde bir kızın bulunması hayat ağacını ifade ediyor olabilir. Diğer eşini ise bir ışık içerisinde bulmuştur. Bu eşini ışık içinde bulmasının göğü çağrıştırdığı düşünülür. Bir gün Oğuz Kağan ilginç bir rüya görür. Rüyasında bir yay ve üç ok vardır. Yay gökyüzünde gün doğusundan gün batısına uzanmaktadır. Yay altındadır. Oklarsa gökyüzünde uçmaktadır[86]. Oklarda gümüştendir. Bu oklar ve yay destanın ilerleyen kısımlarında oğullarına devrolur. Oklar ağacın kovuğunda bulduğu ilk eşinden olan çocuklarının mirasıdır. Işık içinde bulduğu eşinden olan çocuklarına da altın yayını vermiştir. Eğer eşleri ve onlardan olan çocukları için yapılan yer ve gök ile ilişkilendirmesi doğru ise ortaya ilginç bir sonuç çıkar. Gökten olan oğulları altın yayı almışlardır. Yerden olan oğulları üç gümüş oku almışlardır. Gökten olanlar yay ile yönetici sınıfı oluşturmuşlardır. Bu durum yayın gökselliğini ve yönetici olanın gök tarafından seçileceği görüşünü destekler niteliktedir. Yerden olanlarsa okları alıp yönetilen rolüne bürünmüşlerdir. Oğuz Kağan göksel eşinden olan oğullarına altın yayı verirken “okları göğe kadar atmalarını öğütlemiştir”[87]. Belki de burada ok atmakla kast edilen iyi birer yönetici olmaktır. Okları verdiği üç oğluna ise “yay oku attı sizlerde oklar gibi olun”[88] demiştir. Bununla verilmek istenen mesaj yöneticilerinin buyruklara uyan kimseler olmaları gerektiği olabilir. Oğuz Kağan destanda bir gergedan ve sunguru öldürür. Gergedan ve sungurdan ne ifade edilmek istendiği tartışma konusudur. Sungur öldürdüğü gergedanın bağırsaklarını yemektedir. Sunguru bakır uçla vurur. Bakır ucun sunguru öldürdüğünü söyler. Bunun ne anlama geldiğini bilemiyoruz. Bakır sokum savaş tanrısı veya marsa dair çağrışımlar içeriyor olabilir. Oğuzların Adı Üzerine Bir Görüş ve Boy Düzeni Oğuz kelimesinin ok ve –z den oluştuğunun tez olarak dile getirilmiştir. Türkçede gizli çoğul eki olan –z (örneğin: diz, göz, ikiz, üçüz, biz, siz vb.) bugün varlığını sürdürmektedir. Bu sava göre yani okuz kelimesindeki “k” harfi zaman ile “ğ” harfine dönüşmüştür. Bu sav Macar bilim insanı Nemedt’e aittir. Ziya Gökalp’te benzeri bir sav ile Oğuz kelimesinin “ok eri” (Oğuz Kağanı ifade eder biçimde) ya da “ok boyları/aşiretleri” (Oğuzları ifade eder biçimde) anlamına geldiğini öne sürmüştür. Oğuzlar aynı zamanda kendi aralarında iç ve dış olarak ikiye ayrılmışlar. Boz-ok ve Üç-ok adlarını almışlardır. Her biri 12 boydan oluşan bu yapılanmanın temeli Oğuz Kağan Söylencesine dayandırılır. Toplam altı oğulun her birinin dörder oğlu olmuştur. Bunların her biri bir boyun başına gelmiştir. Toplam da 24 boy olarak anılırlar. Korkut Ata Öyküleri Korkut Ata ya da Dede Korkut Kitabı toplam 12 öyküden oluşur. Bu öykülerde kahramanların başından geçen türlü olaylar anlatılır. Tıpkı Oğuz Kağan efsanesinde olduğu gibi köklerinin çok eskiye dayandığı tahmin edilmektedir. Yazılı hale getirilmeleri ise daha geç bir döneme denk gelir. Bu söylencelerde kahramanlar avda, savaşta ve günlük hayatta sıklıkla ok ve yay kullanırlar. Öykülerde okçuluk ile ilgili pek çok detay bulmak mümkündür. Eğlenmek amacıyla düzenlenen ok atışlarının yapıldığı görülür. Gerdek çadırının kurulacağı yerin belirlenmesi için ok atıldığından bahsedilir. Ok ve yay ile yapılan avlara çıkılır. Öykülerde “döne döne savaşmak” (belki de sürekli ok atabilmek için daireler çizmek), “oka girerek” savaşmak ya da “oklaşmaya girmek” (ok atarak savaşmak) deyimleri ile okçuluğun askerî terminolojisine dair ipuçları bulunabilir. Adları geçen karakterler arasında yer alan kadınların erkekler kadar okçuluğa aşina oldukları anlaşılır. Salcan Hatun sağına, soluna iki koşa (çift, ikiz) yay çeken ve attığı ok yere düşmeyen biri olarak tanımlanır. Bu öykünün sonuna doğru talibinin cesaretini tartmak için Salcan Hatun Kan Turalıya temrensiz ok atar. Banıçiçek ve Bamsı Beyrek okçulukta yarışırlar. Aslında bu duruma şaşırmamak gerekir. Çünkü “Oğuz boylarında savaş oyunları yapan, at koşturan, çevgen oynayan, ok atan kadınlar yalnız destan motifi olarak değil, gözlemcilerin doğrudan tespitleri ile de doğrulanmıştır.”[90]. Kam Pürenin Oğlu Bamsı Beyrek öyküsünde sonunda kahramanlar (muhtemelen) fal bakmak için oklarına danışırlar. Belki de bu maksatla “Otuz dokuz kız talihli talihine birer ok attı.” denir Üç Söylencenin Düşündürdükleri Burada dikkat edilmesi gereken nokta öykülerin yazıya aktarılmalarından önce de sözlü halk edebiyatında var olduklarıdır. Bu Türk destanları için atlanılmaması gereken bir detaydır. Şu hâlde iki tespite yer vermemiz mümkündür. Metehan’ın Oğuz Kağan olup olmadığını muhtemelen hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Oğuz boy düzeninin de gerçekten Oğuz Kağan diye biri tarafından kurulup kurumadığını da hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Eğer arayışımıza ok ve yayın manevî çağrışımlarına geri dönersek şunları söylemek mümkündür. Tüm bu söylencelerin ortak noktasında gizli veya açık şekilde betimlemeler mevcuttur. Bunlar ok ve yaya yüklenen tâbîlik ve metbûluk gibi kavramların birbirini yineler biçimde tekrarlanmasıdır. Bu kavramlar büyük bozkırda daha önce de var olabilir. Bu öyküler aracılığıyla gün yüzüne çıkmış ta olabilirler. Tarihçelerini tam olarak bilmek çok güçtür. Bu öykülerin sözlü varoluşuyla yazıya geçirilmeleri arasında ne kadar zaman geçtiğini bilmiyoruz. Dolayısıyla bazı kavramlar kaybolmuş ya da atlanmış olabilir. Bu öykülerde değinilenler değişmiş, hatta anlamlarını kaybetmiş de olabilirler. Yazıya dökenler bunları bilmedikleri için sözü geçenleri çarpıtmış ya da atlamış olabilirler. Bu deformasyonun ne boyutta olduğunu bilemiyoruz. Lakin bir önceki paragrafta yazanlar ve mevcut öyküler ışığında kavramların okçulukla ilgili olanlarının en azından fikir olarak varlığını koruduğunu söyleyebiliriz. Özet Konu zaman ve mekândan bağımsız olarak incelendiğinde ok ve yayın pek çok mit ve efsanede yer aldığı görülür. Bu olgular birbirini tetikleyen, aralarında halef-selef ilişkisi olan kavramların da doğmasına sebep olmuştur. Ok, yay ve sadak gibi objelere pek çok anlam yüklenmiştir. Siyasî ve gündelik hayatta, alplık törenlerinde hediye, alâmet ve nişan gibi kullanılmıştırlar. Yöneten ve yönetilen ile özdeşleşmişlerdir. Yöneten ve yönetilen arasında bir iletişim biçimi oluşturmuşladır. Ok ve yay pek çok efsanede ve söylencede kahramanların vazgeçilmez silahı olmuştur. Adını oktan alan boylar dünyayı fethe çıkmış. Devasa imparatorluklar kurmuşlardır. Oklar kuşlara, gün ışığına, yıldırıma denk sayılmış. Kişilerin imzası haline gelmiş. Birey/boy ve şef bağlamında simgelere dönüşmüşlerdir. Oklar veya dublörleri sayabileceğimiz çubuklarla fal bakılıp, gidilecek yöne karar kılınıp, yeni şefler seçilmiştir. Kam oklara ve yaylara ruhlar aleminde başvurmuş. Kötülüğü savmış. Gelecekten ve ruhanî varlıklardan haber taşımışlardır. Tılsımlarının arasına bunları katarak güçlendiklerine inanmışlardır. Yay bazen davulun yerine geçmiş. Bazen de davulun derisinde ok ile birlikte hoş bir desen olarak yerini almıştır. Ruhani varlıkların adlarının bir kısmı yaydan türemiştir. Her insanın gözüne hoş gelen gökkuşağı, aslında bir yaydır. Umay Ana ok ve yayı kendine sembol seçmiş, gökkuşağından yeryüzüne inip çocukları oku ve yayı ile korumuştur. Şimdi durun ve bir Altaylının hayal gücünü anlamak şunu bir deneyin: “Ok takılıp gerilmiş yay resimlerinde evrene oldukça benzer bir temsil bulunur: Bunların oluşturduğu yarımküre göğün tepesini oluşturur. Kiriş yeryüzü, ok ise kozmik eksendir.”[92]. Gezlenmiş okunuzla beraber yayınızı alın ve kirişini yere paralel tutun. Okunuza odaklanıp okunuzun yay içinde kalan kısmının tam ortasına bakın. Yüzünüze değene kadar yaklaştırın. Bir süre sonra yayın ve kirişin periferik görüşünüzden kaybolduğunu fark edeceksiniz. Sonunda sadece sizi yere ve göğe bağlayan okun bulanık bir görüntüsü kalacak. En sonunda gene en başa dönülmüştür. Altaylı yaşadığı evrenini kendi gibi düşünmüştür. Diyeceği her şeyi, yaşamına dair gördüğü her kesiti, siyasetini, dini inanışlarını, geleceği görmek için kehanetlerini, söylencelerini ve korumak için uğraştığı hayatını bile ok ve yaya emanet etmiştir. Belki de ok ve yay bir Altaylının hayal dünyasında bir tür mikro kozmos, tüm evrenin kısa bir özeti, geleceğe ve geçmişe dair bir çeşit kara kutudur. Göçerlikle geçen hayatında bozkırın dünyasında dolaşıp dururken; yanından hiç ayırmadığı oku ve yayı ile aslında kendine ait bütün dünyaları yanı başında taşımıştır. Görünen odur ki; Bir Altaylı okunu ve yayını her eline aldığında aslında yaşamına dair her şeyi aynı anda avucunun içine alır. Kaynakçalar Referanslar |