Kısa Özgeçmiş:
Ersen Birgül:
1982 Kocaeli doğumludur. Bursa İzniklidir. 2007 Kocaeli Tıp Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi 2018 Tarih bölümü mezunudur. Halen Bursa’da kamuda hekim olarak görevini yürütmektedir. İlgi alanı olan savaş tarihi üzerine okumalarını sürdürmektedir. Evli ve iki çocuk babası olup, Bursa Geleneksel Okçuluk Spor Kulübü sporcusu ve yöneticisidir.
Mehmet Yayla:
1980 Çanakkale doğumludur.2005 yılında Trakya Üniversite’si Çevre Mühendisliği bölümünden mezun olmuştur.2008 yılından beri özel sektörde çalışma hayatına devam etmektedir. Tarihe olan özel ilgisinden dolayı 2009 yılından itibaren Osmanlıca öğrenmeye başlamıştır.2011 yılında geleneksel okçuluk sporuna başlamış ülkemizde yapılan yarışmalara katılmıştır. Bu alandaki eserleri edinerek şahsi kütüphanesinde okçuluk alanında bir ihtisas bölümü oluşturmuştur. Özellikle Osmanlı döneminde yazılan eserleri pratik okçuluk bilgisi ile destekleyerek araştırmalarına devam etmektedir. Aynı zamanda Çanakkale İÇDAŞ Spor Kulübü Geleneksel Türk Okçuluğu sporcusudur.
*Çalışma ile ilgili tenkitleri ersbir@gmail.com adresinden ulaştırabilirsiniz.
Haz: Mehmet YAYLA, Ersen BİRGÜL
1. GİRİŞ:
Geleneksel Türk Okçuluğu, Osmanlı Dönemi Geleneksel Türk Okçuluğu mirasının hamisiz kaldığı, imparatorluğun çöküş dönemine tekabül eden, okmeydanlarının sessizliğe gömüldüğü tarihlerde dahi Vakkas Okatan, Necmeddin Okyay, İbrahim Özok, Bahir Özok gibi son üstadların çabalarıyla, Osmanlı kültür dünyasını tanıtmaya, hatırlatmaya çalışan ilim insanları ve aydınların dikkatini çekip , -1930’larda Okspor deneyimi dışında 2000’li yıllardaki yeniden canlanma çabasına kadar- ilmi ve kültürel alanda hatırlanan bir hazinemiz olarak yerini korudu. Cem Atabeyoğlu’nun Osmanlı Türk Okçuluğu dönemi tasnifinde, Sultan 2. Mahmut’un ölümü ile başlayan Türk Okçuluğu gerileme- duraklama dönemi olan altıncı dönem ve Sultan Vahdettin’in tahta çıkışı ve imparatorluğun çöküş dönemi diye tanımladığı yedinci döneme denk gelen Türk Okçuluğu’nun ölüm dönemi olarak adlandırdığı bu dönemde, Muallim Cevdet, İhtifalci Ziya, Selim Sırrı, yazdıkları kitap ve makalelerle, verdikleri konferanslarla, günümüz Türk okçuluğu sevdalıları gibi Türk Okçuluğu’ nun tanıtılması için çabaladılar. Son dönemin düşünürlerinden tarihçi, arşivci, eğitimci, dilci gibi sıfatların anlatmada eksik kalacağı Muallim Cevdet (İnançalp) de bu münevverlerden en önemlilerindendi. (Muallim Cevdet hakkında malumata sahip olmak için Bk. 2005’te tekrar basılan Osman Ergin’in 1937’de hazırladığı “Muallim M. Cevdet’in hayatı Eserleri ve Kütüphanesi”)
Muallim Cevdet konferanslarını1 verirken -ki birçokları makale2 şeklinde basılmıştır- sadece arşivci kimliği ile sahip olduğu bilgileri aktarmıyor, dönemin yaşayan kültür aktarıcıları ile görüşerek konu hakkında malumatını artırıyor idi. Örneğin 6 Teşrin-i evvel 1938 tarihli Kurun Gazetesi’nde Niyazi Ahmet’in aktardığına göre Muallim Cevdet son okçular tekkesi şeyhi ile de görüşmüştür: ‘Merhum Muallim M. Cevdet son okçular şeyhi Ahmedi Efendi ile görüşmüş, ondan naklen verdiği izahata göre, Okçular Tekkesi her sene mayısın altıncı Hızır İlyas günü açılır, altı ay talim yapılırdı.Tekkede umumi reis makamında olan okçular şeyhi ile şimdi hakem denilen havacılar bulunurdu. Bunlar idman yapanları imtihan ederlerdi, yeni yetişecekleri teşvik ederlerdi. Kazananların adı tarihe geçirilirdi. İstanbul’da bir ‘Okçular Tekkesi’ de Zeyrek’te Voynok Şücaeddin Camii yanında idi. Fakat burası 150 sene kadar evvel yıkılmıştı.’
Arşivinde bulunan eserler3 ve edindiği arşiv belgelerinden zengin4 hazineyi derleyip yazmayı tasarladığı eserler arasında ‘Okmeydanı Tekkesi ve Okçuluk Tarihine Medhal’ adlı eser5 de vardı. Bu eserini ne yazık ki tamamlayamamıştır. Ancak Matyos ve Savton taraflarından İngilizce yazılmış Spor Ruhu eserinin üçüncü bölümü olan Eski Türkler’ de Spor Terbiyesi bölümünü yazan Cevdet, metnin büyük kısmını Türk okçuluğuna ayırmıştır. Yazımızda çevirisini verdiğimiz bölümde, zaman zaman yazımında veya yorumlarında hatalı olduğunu düşündüğümüz (yay tarif ederken ok kelimesinin kullanılması vb.) kısımlarını dipnotlarla belirttik.Eserin çeviri yazımında yardımını esirgemeyen Çanakkale İÇDAŞ sporcularından sevgili dostum Mehmet Yayla Bey’ e teşekkür ederim.
Muallim Cevdet’in Spor Ruhu’nda ifade ettiği gibi ‘Eğer bu tarihi küçük hülasa, Türk unsurunun at ve silaha aşk bağladığı sipahilik zamanlarının celadet hatıraları’nın dışında Muallim Cevdet’in Türk Okçuluğu ile ilgili çabalarını yaşatabildiyse, maksadına erişmiş demektir.
Resim 1- Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Evrakı Kataloğu, okçuluk ile ilgili maddeler
2. ESERİN VE METNİN ÖZELLİKLERİ
Spor Ruhu eseri ‘İstanbul Selamet Matbaası,1928,15×20 ebadında, 150 sahife Arap harfi ile. Bu eserin hepsini Cevdet yazmamıştır. Eser Matyos ve Savton taraflarından İngilizce yazılmış ve Esma Zafir de Türkçe’ye çevirmiştir.6
ESERİN KONUSU: Eser ‘Üç kısımdan mürekkebtir. Birincisi spor ruhuna muvafık hikayeler, ikincisi spor ruhunun tekamülü, üçüncüsü Eski Türkler’ de Spor Terbiyesidir. İşte Cevdet’in yazdığı kısım budur ve 47 sahife tutmaktadır. Kitabın başında Giritli Ahmet Cevat ve Selim Sırrı’nın yazıları vardır. İhtisası hasebi ile bu kısmı Cevdet’e yazdırtan Ahmet Cevat’tır. Beş bahse ayrılmış olan bu yazıda; Türkler’ de spora umumi bir bakıştan, sonra eski Türkler’ de kaç nevi idman var idi? Başlığı altında11 türlü idman sayılmakta ve İstanbul’da spor yerleri, ok meydanı, ok talimleri, okçular tekyesi, okçuluk şampiyonları, İstanbul büyük sporcularının menzilleri ve diğer idmanlar mevzu-i bahis edilmektedir. Bizim için de garp ilim alemi içinde orijinal bir yazıdır. Bu türlü yazıyı bizde Cevdet’ten başka yazan yoktur. Garba karşı geçmiş zamanda bizim de geçmiş zamanlarda olsun milli sporlarımız vardı diyebilmek için böyle bir yazıya ihtiyacımız vardı.’7
3. METİN:
-Spor Ruhu-
Üçüncü Kısım
Eski Türklerde Spor Terbiyesi
-1-
Umumi Bir Bakış
Burada spordan maksad, eğlence maksadıyla ve ya askerce yapılan her nevi kuvvet idmanlarıdır. Eski Türklerin soğuğa , kara, yağmurda saatlerce yürümek zahmetine tahammülleri, pek uzun müddet vuruşmakta, silah ve at kullanmakta cesaretleri bir zamanlar darb-ı mesel idi. Çin’den Arabistan’a ve Rusya’ya varıncaya kadar eski zamanlardan itibaren, bir çok ecnebi, müsellim, gayrımüsellim hükümetler Türklerden muhafaza kıtaatı teşkil ederlerdi. Avrupa’da İsviçreliler arandığı gibi şarkda ve vasıtda Türkler daima çok aranırlardı. Anadan doğar doğmaz atlar arasında büyüyen Türkler Orta Asya bozkırlarının kabile ve seyyar hayatı, gayet tabii olarak binici, atıcı, gözü pek, sağlam olarak yetiştirirdi. Türklerin şehir ve hükümet hayatı yaşayan kısmı da sun’i idmanlar, talimler, müsabakalarla bu itiyadı gevşemekten kurtarırlardı. Orta Asya’da Anadolu ve Rumeli’nde el-yevm ne kadar harap kaleler varsa birer askeri merkez olduğunu ve biaenaleyh spor müsabakalarını idare için muhakkak meydanlara malik bulunduğunu hatırlamak kafidir.
Resim 2- Muallim Cevdet (DİA sitesiden alıntı)
Eski Türkler kuvvetli adelelere, sert çehrelere, kuvvetli enselere koparan ellere,sağlam ciğerlere, mukavemetli sinirlere malikiyyet sayesinde şarkda ve garbda bunca milletler arasında şerefli ve mühim bir mevki’ muhafaza edebilmişlerdi. Türklerin nazarında cılız kollar, ince armut sapı enseler, süratsiz ayalar, hasta vücutlar işe yaramazdı.Bir öksürünce ses karşı tarafdan duyulmalı idi, erkek numunesi böyle olacaktı. Sivastopol sesleri kahramanlardan Çengeloğlu Kapudan’ın bir öksürüşte bir çok insanlar inillettiği mevsukan malumdur. Hastalık, soğuk nedir bilmeyen bu vücutların pek nadir kalan örnekleri Anadolu’nun bazı yerleriyle Bulgaristan’ın Deli Orman civarında Türk pehlivanları yetiştirmekle maruf sahada yaşarlar ve ortalığı buz keserken göğüsleri açık gezerler.
Türklerle asırlarca çarpışan garb şövalyeleri bu güzide vücutları görerek “Türk gibi kuvvetli” mikyasıyla kıymet ölçerlerdi. Türkler, yiğitler için dört maşuk sayarlar ve bunu meşhur bir sözle ifade ederlerdi: At,avrat(kadın), silah, pusat(ok)…
Türkler, eşkiya bile olsa, pek merdane hareket edenleri yüreklerinden severler, Türk sazendeler onların ağzından destanlar söylerlerdi. Köroğlu’nun ve emsali yiğitlerin, Erzurumlu dadaşlarla Aydınlı efelerin Türk illerinde mazhar olduğu hürmeti başka nasıl izah edebiliriz!
Bir zamanlar cesaret, askerlere mahsus değildi. Mahallelerde zaman zaman cesaret davaları ve muhtelif idman müsabakaları yükselirdi: Karanlıkda korkunç yerden geçmek, oralara evvelce konan işaretleri alıp getirmek, tevfik ile aynı noktayı müteaddid kereler vurmak, iyi at beslemek ve binmek, at koşuyorken üstünde durmak, at dört nala gidiyorken düşmeden eğilip yerden bir şey almak… gibi.
Orta Asya, Kafkasya, Anadolu ve Rumeli’nin gelin alayları, bu müsabakalar için büyük fırsat idi.Kazananlar, halk arasında çok ün!(şöhret) salmış olurlardı. Harbler neticesinde, altmış senelik müthiş hayvan zayiatı pek çok yerlerde artık bu sporları kaldırmıştır.
Bir babayiğit için (Rum, Ermeni, Gürcü, Rus, Bulgar, Sırp, Ulah, Venedik, Macar, Hırvat) gazalarında aldığı kılıçlarla, piştovlarla, yatağanlarla, zırhlarla, tolgalarla, barutluklarla, mataralarla, cepkenlerle, kuşaklarla hakikaten heybetli bir “silah odası” teşkil etmek bir mefharet idi.
Kendim otuz sene evvel Bolu, Düzce, Kastamonu şehirlerinde yeniçeri devrinden kalmış yiğit gazilerden bazılarının silah odalarına girmiş, hayret etmişti. Küçüklüğümde bana masallar söyleyen Sivastopol gazilerinden Mehmed Çavuş’un odasını tahayyül ettikçe hala heyecan duyarım.95 yaşında vefat eden koca gazi, değneksiz yürür ve çarşı pazardan koca zenbil ile evine levazım taşırdı.
İstanbul’un üçte ikisini mahveden 10 Temmuz yangını, pek çok Türk mefahiri gibi böyle küçük silah müzesi evleri de bütün yadigarlarıyla mahvetti.
Dikkat edelim: Mehmed Çavuş’un sevdiği eğlencelerden biri bir el ile ağır şeyler kaldırıp fırıl fırıl döndürmek, bir yumrukta birçok sert şeyler kırmak idi; vaktiyle bu gibi idmanlarla hazırlanmadan harbe girenler, ölüme maruz kalırlardı. Gazalarda bir vuruşda düşman süvarisinin beynini dağıtan Türk yumruklarına hiç de hayret etmemek lazım gelir; Mehmed Çavuş ve emsali de gençliklerinde ne kadar kıyak imişler, tahmin olunabilir. İşte böyle sert ve mert terbiye, sayesindedir ki (Taşı sıksa suyunu çıkarır) denilen yiğitler yetişiyordu.
Hülasa: Arslan bakışlar, servi boylar, geniş göğüsler, kırıcı ve yarıcı bilekler, sert pazular, iri baldırlar, hayat mucizesinden haber veren gür sesler: işte eski Türk delikanlısını ayırt eden vasıflar! Bir zamanlar kızlar ancak bu evsafta delikanlılara varırlardı. Bütün eski Türk destanlarında kızların bu nev’ şahbazlara gönül verdiği mukayyeddir.
Türkistan’da, Kafkasya’da, Kırım’da, Anadolu’da, Rumeli’de, Suriye’de Türk Beyleri, paşalar, hükümdarları, hatta kendi başlarına zengin sipahiler en kuvvetli adamları maiyetlerine toplarlardı; yeniçerilerin lağvına kadar garbi Türklerde ve umumiyetle Türklerin sakin olduğu yerlerin hiç birinde merkeziyet usulü olmadığından mesela her vilayette valiler ve onların maiyetlerindeki sancak beyleri ve hatta bir kaç mutasarrıf olan “sipahiler” kendi hesabına muayyen mikdarda asker toplayıp idare etmek ve gaziler alayı teşkil eylemek adet idi. Ve yekdiğerinden şan ü şerefce geri kalmamak için bunları (dahi iyi silahşor, daha iyi süvari, daha iyi atıcı) yetiştirmeğe çalışıyorlardı. Vilayetler ölü gibi değil idi;her biri payitahtlar derecesine veya ona yakın bir raddeye yükselmişti; bahusus derebeylerinin ve “uç=hudut” beylerinin kapılarında pek çok (şövalye=sipahi) var idi; bunlar, Orta Asya ve Arabistan çöllerinin kabile cengaverlerinden (ön) alanlar derecesinde tabii serbest değiller; civarda istedikleri kaleye derhal hücum edemezlerdi, arada az çok mukavele, muahede dalan var idi. Fakat (Bizans, Ermenistan, Gürcistan, Rus) hudutlarında sakin seyyar aşiretlerle, miktarı pek çok olan çeteler ve pek azılı eşkıyalarla daimi surette ve çok defa ansızın çarpışırlardı. Hususiyetle “Akın alayları” denilen ve pek hususi itina ile yetiştirilen “Türk, Tatar, Boşnak, sövalyeleri, sipahileri” hakikaten acar idiler.
Avusturya tarihlerinde “Malkoç Bey” oğullarından gazi Hüsrev Paşa süvarilerinin, Sofyalı Bali Bey alaylarının akıllara hayret veren cesareti, sürati, aman dilendiği vakit gösterdikleri insaf mazbuttur.Keza cihanın en meşhur şövalyelerinden olan Malta, Rodos şövalyelerini mağlup eden Suriye ve Selçuk süvarileri bu nev’ teşkilat mahsulü idi.
Türk illerinin her cephesinde böyle (şövalye=sipahi) teşkilatı olmasaydı, komşu düşman milletler arasında nasıl yaşanabilirdi?
Bilhassa ehl-i salib ordularıyla nasıl başa çıkılabilirdi? Bağdad halifesi Nasreddin’in hamiyyetsizliği sebebiyle merkezden bir türlü muavenet görmeyen (Nureddin Şehid ve Salahaddin) ile evlatlarının orduları, Avrupa ordularına karşı nasıl muvaffak olabilirlerdi? Hem bir sene beş sene değil iki yüz yıl nasıl sebat edebilirlerdi? Bütün Avrupa hükümetlerinin müttefiken saldırmalarına rağmen nihayet Kudüs’ü yine islam elinde tutan kuvvet, başka hangi teşkilattır? O zaman dervişler bile değildiler; yetiştirdikleri yüz iki yüz tabi ile harbe giderlerdi. “Saltık Ata” bunlardan biri değil midir? “Gül Baba” kimdir? Tarih kabul ediyor ki salibiyyun, Anadolu ve Suriye gazilerinin mücadele usulünden büyük dersler almışlardır. Anadolu ve Suriye’de “Ahiler”in delikanlılar teşkilatı, Nureddin Şehid’in maiyetinde yetişen Türk ümerasının hususiyetle meşhur mücahid Selaheddin Eyyubi’nin kıtaatı (Malta, Rodos, Kıbrıs) şövalyelerine numune olmuşlardır.
Biz bu ahi teşkilatını sekiz sene evvel “Yeni Mecmua”da müfredatıyla etmiştik. Milli tarihlerini zevk ile okuyanlar, o nüshalara müracaat edebilirler. Hususiyle bu teşkilatın nizamnamesini gösteren gayet nadir yazma kitap, Avrupada’da neşr olunmadığı için bu tahlilat yalnız Türklük namına değil alem namına da bir kazançtır. Ehl-i salib tarihi islam mücahidleri arasında kardeş gazilerin de münekkidleriyle doludur.
İşte böyle mükemmel spor, idman teşkilatı sayesinde “akl-ı evvel” sayılan bir millet sonra sonra hem şarkda, hem garbda gevşedi; bunun burada mevzubahis olmasına imkan olmayan bir çok esbabı vardır. Bunların neticesi olan zaafdır ki herkese “Türkün aklı sonradan gelir”dedirtti; dünyanın en birinci avcılarını yetiştiren bir milleti “Türk tavşan avına öküz arabasıyla gider” diye teşni ettirdi. Demek ki Türk, eski süratini, meharetini, milli idmanını kaybetmişti.
Son harb-i umumi, inkirazımızı ilan etti. Fakat görüldü ki Türkler de esasen mevcut olan vahdet, milli fedakârlık, milli rüesaya sadakat sayesinde bir millet inkirazı zamanında da kendini toplayabilirmiş. İnönü, Sakarya, Dumlupınar, Çanakkale zaferleri kadar bu hakikati gösteren daha ne vardır?
-2-
Eski Türklerde kaç nev’ idman var idi?
Türkleri bedenen bu kadar kuvvetli bir hale getiren idmanlar şöyle taksim olunabilirler:
1-Atıcılık, okçuluk talimleri
2-Binicilik, at yarışları; cirit oyunları
3-Kılınç, gürz, kalkan; mızrak talimleri
4-Labud, tomak talimleri
5-Top atma oyunları
6-Yüzücülük, kürekçilik, gemi kullanma idmanları
7-Tulumbacılık; tulumba koşturma talimleri
8-Kabadayılık, efelik teşkilatı
9-Debbağlar teşkilatı
10-Pehlivanlık güreşi talimleri
11-Avcılık, kuş ve vahşi hayvanlar şikarı.
Türklerin Çin’de, Hindistan’da, Arabistan’da, Suriye’de, Mısır’da, Arnavutluk’ta, Macaristan’da Lehistan’da da bu muhtelif nev’ idman teşkilatı var idi; Türk, her tarafta bu milli teşkilatı sayesinde çabucak parlar, (bir vuruşma, bir dolaşma, bir atışma) esnasından, bir müsabakada mutlaka kendini gösterir ve binaenaleyh mevki kazanırdı. Bazı Türk gençlerinin kölelikle, bir zabıta memurluğu ile veya ufak bir askeri çavuşlukla intisap eyledikleri (Irak, Suriye, Mısır) dairelerinde nihayet birer şanlı Türk Hükümeti kurmağa muvaffakiyetlerini bu suretle izah ederiz.
Kurun-u vasıtada Türk olmayan İslam hükümetleri de idmanlı, teşkilatlı Türk kıtaları istihdam etmedikçe pek muvafık olmamışlardır. Kabl-el İslam İran ve Bizans hükümetleri de Türk askerlerini, Türk bahadırlarını, en mühim işlerde kullanmağa mecbur olmuşlardı. Hele Türkler, aynı derecede cesur olan Çerkes süvarileriyle beraber,(Mısır)da bilaşübhe cihanın en heybetli, en süratli, en mahir okçularıyla binicilerini yetiştirmişlerdir. Küre-i arzda hiçbir millet ve hükümet, Cengiz’in o muazzam, o fevkalade mahir süvarileriyle okçularına karşı gelememişken böyle bir demir kütleyi Şam kapıları önünde eriten yegâne harika,”Baypars Gazi”dir.”Gazi Baypars” Bey ile Türk ve İslam medeniyeti, insanın spor tarihini iftihar ider. Bu zatın silahhanesini, tavlasında dünyanın birinci atlarını; maiyetindeki, zırhlı süvarileri, müthiş okçuları, kılıç ve cirit mübarizlerini, müsabakalarda dağıttığı mükafatların miktarını tarihte okuduğumuz zaman kendimizi hayretten men edemiyoruz.
Yalnız Anadolu ve Rumeli’ye mahsus Türk kuvvetlerini geçersek görürüz ki bu geniş sahada muhtelif derebeyleriyle köy sipahileri birçok hükümetler ayrı ayrı kaleler yaptırmışlar, süvari, okçu kıtalarıyla pehlivanlar; deniz kenarlarında da cesur taifeler, kapudanlar, korsanlar, reisler yetiştirmişlerdir. Bir zamanlar denizcilik teşkilatında Türkler, Venediklileri geçmişlerdi.(Akkoyunlu, Karakoyunlu, Danişmendli, Selçuk) hükümetleri, (Kızıl Ahmedli, Aydınoğlu, Menteşeoğlu, Dulkadiroğlu, Ramazanoğlu, Tekeoğlu)…Hanedanları ve süvari ve okçu kıtaları; hususiyle Osmanlı hükümetinin hudut boylarında, deniz kenarlarında, kale merkezlerinde, itina ile yetiştirdiği güzide sipahileri ve derya levendlerini şöylece tehil etmek kafidir.
Hükümetin merkezde bulunduğunu (yeniçeri ve sipahi) teşilatını kastetmiyoruz; o merkez teşkilatından başka olarak eyalet paşalarıyla eşrafının ve harb zamanı memur, mütakaid sipahi ağalarının yetiştirdiği kuvvetleri kastediyoruz. Bakınız Türkler, böyle mühim kuvvetler yetiştirmek üzere taşralarda belli başlı kaç yerde (menzil taşı) yani ok talimgahı teşkil etmişlerdi; ibretle okuyalım:
Mekke’de-Cidde’de-İskenderiye’de-Lazkiye’de-Şam’da-Maraş’da-Amasya’da (Burada okçular teşkilatından başka bamyacı ve lahanacı namıyla iki rakip süvari teşkilatı yapmışlardı)-Tokat’ta- Ankara’da-Kütahya’da-Tire’de-Bergama’da-Manisa’da-Akhisar’da-Yenicevardar’da-Üsküp’te- Gelibolu’da-İpsala’da- Usturumca’da-Avlonya’da- Diyarbekir’de- Konya’da- Bursa’da -Balıkesir’de- Urfa’da- Halep’te-Belgrad’da- Bağdad’ta-Mısır’da… Bütün bu yerler kesif milli idmanların, sporların ceryan ettiği merkezler idi.
Ve yine tedkike sezadır ki Halep,Manisa ve Üsküp’te tam üçer “menzil” açmışlar. Belgrad’da ise, daima Macar ve Alman hücumlarına maruz kaldığı için fazla idman yapmak imkanını temin etmek üzere (dört menzil) açmışlardı.(Bağdad ve Mısır )da ise merkezden kuvvet gitmeden hücumu defe muktedir derecede çok okçu yetişmesini teminen bir çok mükafatlar vaz’ iderek yedişerden (14) menzil tesis etmişler. Bursa’da (6), Edirne’de (13) müsabaka menzili tesis etmişlerdi; bu ne büyük bir himmettir.
-3-
İstanbul’da spor yerleri
İstanbul’da bir kaç yerde talimgah var idi: Okmeydanı- Topkapı Sarayı Meydanı- Eyüb’te İdris Köşkü- Kağıdhane meydanı- Çerpiçi Veli Efendi Çayırları- Topkapı dışarısı- Edirnekapısı dışarısı- Aksaray’da Yeniçeri Kışlası meydanı- At meydanı- Şehzade Cami karşısında yeniçeri kışlası meydanı.Okçular yetiştirmeğe mahsus bir mekteb, bir”kulüb”de var idi:Okmeydanı’nda Okçular Tekyesi. Pehlivanlar yetiştirmek için de Zeyrek’te (Şüca’eddin) mescidi yanında, geniş meydanı havi olarak, diğer bir (pehlivanlar tekyesi) inşa edilmişti.
İstanbul’un epey zamandır pehlivan yetiştiren hiç müessesesi yoktur, zira pehlivanlar tekyesi bir buçuk asırdır mahvolmuştur; İstanbul’a ara sıra uğrayan Türk Pehlivanları hep taşradan gelirler; burada bir müddet güreşirler; himaye edecek bir müessese olmadığı için yine memleketlerine dönerler. Son on beş yirmi sene içinde İstanbul’a gelerek cihana parmak ısırtan Kara Ahmed pehlivan, Kurtdereli Mehmed pehlivan, Adalı Halil pehlivan, Amerika’da güreşen nihayet Bahr-ı Muhit’de gark olan Yusuf pehlivan Türk sporculuğunun pehlivanlık sahasında son inkiraz devrinde yetiştirdiği pek mümtaz numuneleridir.
Okmeydanı; Ok Talimleri
Kasımpaşa ile Darülaceze arasındaki yüksek tepeye “Okmeydanı” derler. Burası, eski sporcularımızın ok talimlerine mahsus ve hiç olmazsa bir kısım nişaneleri hala mevcud bir büyük meydandır. Ok talimi, rüzgarların cihetine göre tanzim edildiğinden Türkler, böyle her rüzgara maruz geniş bir meydanı seçmişlerdir. İşte en eski Türk Stadyumu budur. Bu stadyumun genişliği bize üzerinde ceryan eden ok talimlerinin vüs’ati hakkında bir fikir verebilir. Bu derece vasi’ bir stadyumu olan bir şehir baştanbaşa sporcu, idmancı bir şehirdi. Avrupa’da hala, yalnız asri idmanlar değil, okçuluk gibi tarihe karışmış sporlarında binlerle genç azası vardır; bunların -eski tabirle (tekyeleri)- kulüpleri vardır. Bizim yeni nesilde idman zevkinin bu türlüsü katiyyen inkişaf etmemiştir; (futbol) için bu kadar çabalayan gençlik kütlesinin ok ve kılıç talimleri gibi sporlardan zerre kadar zevk almaması; bu memlekete mahsus bir acibedir.Ne Almanya’da, ne İngiltere’de, ne Fransa’da, hatta Yunanistan’da böyle değildir, hele Yunanistan’da üç bin sene evvelki idmanlar tamamıyla ihya edilmiştir.Eğer milli sporculuğa meyil ve rağbet olsaydı; bugünkü şayan-ı teessüf kayıdsızlık olmasaydı yalnız Kasımpaşa gençlerinin azmi okmeydanı abidelerinin muhafazasına kifayet ederdi.
Hele sekiz dokuz sene evvel Bab-ı Ali’nin bir hamiyetsizlik saifesiyle bostancılara taksim etdiği ve o nefis tarihi abideleri istedikleri gibi imhaya müsaade etdiği bu meydan, bu kadar sahipsiz kalmazdı.Hiç olmazsa birer fotoğrafileri alınır, kitabeleri kayıt edilir, taşların mevkileri hususi bir harita üzerinde işaret edilerek müzeye vaz’ olunurdu.Bu kadar adi ve kolay bir vazife bile yapılamadı.
Okçular Tekyesi
Bu meydanda okçuların terbiye ve tehzibine mahsus gayet geniş ve (semağhanesi=salonu) yüzlerle cidal aletiyle mücehhez olan heybetli tekyeye gelince: harb-i umumi içinde mahvoldu. Dört buçuk asır kemal-i itina ile muhafaza edilen şanlı bir spor müessesesi, tarihi yazılmadan gaib oldu gitti. Şu naçiz muallim, bu büyük Türk idman ocağından feyz alan sporcuların teşkilat ve esamisini gençlerin inzar-ı ibretine koymağı tam on dokuz sene evvel denemişti. Zamane şeyhlerine kabil-i kıyas olmayan büyük sporcu tekyenin son mütevellisi Eyüplü merhum Hafız Ahmed Efendi’den birçok malumat edinmiştim; muhtelif okçuluk asarına müracaat etdiğim gibi meydandaki taşların kitabeleriyle tarihleri üzerinde, çok taharriyatta bulundum. Müteaddid tarihlerde talebemi de oralara götürdüm ve izahat verdim.
Hafız Ahmed Efendi’nin Eyüp’teki hanesinde muhtelif okların teşhirine mahsus odası var idi, bu oklardan her birinin birer menkıbesi, şanlı şerefli mazisi var idi. Bana birkaçının üzerinden tatbikat yaptırdı; işin bazı esrarını öğretti. Nihayet acemi olanların istimaline mahsus bir oku istediğim gibi kullanmama müsaade etti.1326 senesinde Darülfünun salonunda içinde birçok harbiyeli ve bahriyeli zabit ve talebenin bulunduğu sami’ler karşısında eski Türk sporcuları üzerine konferans verdim. Sonunda kuvvetini denemek isteyenleri ok tecrubesine davet ettim: bu acemilere mahsus okun kirişini bile kimse kuramadı! Eski Türklerin bilekleri, kolları ne kadar ağır idmanlar görüyormuş. O günkü tecrübe ile bu hakikat bir kere daha anlaşıldı.
***
Okçular Tekye’si , 23 Nisan (6 Mayıs)da, yani Hızırilyas günü açılır, altı ay talim yapılırdı; tekyede umumi nazır makamında (Okçular Şeyhi) ile mayetinde elyevm (hakem) dediğimiz (havacılar) bulunurdu. Bunlar, idman yapanları imtihan ederlerdi; yeni yetişecekleri teşvik eylerlerdi. Kazananların namı tarihe geçirilir, taşa kazılırdı. Şairler o bahtiyar okçu için şiirler söylerlerdi. Nakdi mükafat, ayrı bir nimet idi.
Bu altı ay talim her gün değildi; yalnız pazartesi ve perşembe günleri idi. Bu iki gün hakikaten çok eğlenceli ve çok hırslı müsabakalar yapılırdı. Arzu edenler, başka günler, kendi aralarında idman yaparlardı.
Okçuluk Tarzları
Ok talimlerinde iki tarz var idi: hedefe atma, rüzgâra atma.
1-Hedef, büyük ve değerli bir levhadan ibaret idi, elyevm asker nişangahları gibi bunun ortasında işaret var idi, etrafına tunçtan dökme ziller konurdu. Ok, isabet edince bunlar ses verirdi.
Muayyen mesafelerden nişan alınır ve atılırdı, okların tepelerindeki kanatlar üzerinde okçunun ismi yazılır idi.Kimin vurduğu bu sayede belli olurdu. Kazanan, arkadaşlarına tekyede (her nev’ içkiden azade, nezih, merdane) bir ziyafet vermeğe davet ederdi.
2-Rüzgâra karşı atma8: Bunda hedef yoktu. Kim en çok uzağa atabilirse o, kazanmış sayılırdı. Mesafe (gez) denilen ve arşın derecesinde olan bir mikyasla ölçülürdü, yedi sekiz yüz geze düşürmek meharet idi. Hafız Ahmed Efendi ” babam (960)a kadar sürerdi diyordu. Düşünmeli ki Türk sporcuları arasında (binci, binyüzcü, bin ikiyüzcü ilh…) namıyla yad edilen fevkalade okçular gelmiştir. Bazılarının adedlerini iyanen derc edeceğiz. Malta, Rus şövalyelerini dünyada bu adamların bilekleri, yumrukları, okları, kılıçları mağlub edebilmişti.
Hava müsabakalarında rüzgarları tanımak lazımdı. Lodos, poyraz, karayel ilh. Müsabaka hatıraları tesbit eden taşlar üzerinde(kabza canibinden),(seşt9 tarafından şu kadar (gez) sürmüştür tarzında yazılara tesadüf ediyoruz. Ok sağ tarafa doğru giderse kabza ciheti, sol tarafa atarsa (seşt canibi) denirdi.10
Ok ve enva’ı
Ok zamane mikyasınca mavzer derecesinde pahalı idi. Fevkalade oklara gelince onlar zaten bahisde dahil değildir. Benim tatbikatını Darülfünun’da gösterdiğim ok, ancak bir acemi oku idi.Öyle iken ne kadar mükemmel idi; yüzü deve sinirinden, arkası manda derisinden, dahildeki ağacı gayet metin ve ancak Çanakkale’de Kaz Dağı’nda yetişen bir cins çelik gibi ağaçtan idi.11 Hükümet bu ağaçları muhafaza için yetiştiren köylüleri vergiden affetmiş idi; ok ağacı siyaseti, devlet siyasetinde dahil bir hayat ve memat meselesi idi. Türk sınıfının nefis numunelerinden olan oklardan fevkaladeleri Topkapı harbiyesinde ve bazıları da Çinili Köşk’ün müzesindedir.
Şunu da söylemek lazım gelir ki oklar, bozulmamak için daima iyi muhafaza edilmeğe muhtaç idi.
Bir kaç nev’ ok vardır;1-pişrev 2-polta 3- hedenk=harb oku.
Pişrev, ucunda demir değil küçük kemik bulunandır. Rüzgarlara karşı umumiyetle pişrev atarlardı. Polta, ucu küçük demirli oktur. Bu küçük demir ne yapabilir demeyiniz kuvvetli bileklerle set bir yayla atılan bu ok, demiri, tuncu delerdi. Harb oku: Bu ne müthiş şey… Ucunda büyük ve müsellesi bir demir vardı!
Şayan-ı dikkattir ki hedenklerin yayları da büyüktür. Derece-yi inhinası kutren geniştir ve ancak uzun zaman idmanlı olan erler kullanabilir. Okçular pek mert ve haluk Türklerdi. Fuhşiyatdan, içkiden ekseriyetle ictinab eder, fakir okçulara muaveneti büyük vazife bilirdiler.
Okçular, kuvvet ve heybet timsali oldukları için bir mahallede vücutları polisin varlığından daha mühim idi; onların ismini vermek, evlerine iltiha etmek, eşirranın taaruzundan emin olmak için kâfi idi.
Okçuların hanelerinde “Ya Hak” levhası bulunmak şart idi. Müsabakalarda ok, yere düşünce, umumiyetle “Ya Hak” derlerdi! Kullandıkları eşya ve edevata ayrı ayrı hürmet ederler, abdest almadıkça ok atmazlar, pirlerini yad etmedikçe vazifelerini bitirmiş saymazlar, kendilerinden evvel gelen şanlı adamlara umumiyetle ihtiyarlara hürmet ederler, sokakta yürürken önüne geçmez, bunların ailelerini her taarruza karşı sıyaneti mertlik sayarlardı.
Bugün İstanbul’da, pek uzaklara atamamak şartıyla ancak birkaç ok meraklısı vardır. Bunlardan biri hattat Necmeddin Efendi’dir.
-4-
Okçular Şampiyonları
İlk okçular
Hafız Ahmed Efendi’nin bana tevdi’ eylediği ve darülfünun salonunda huzzara gösterdiğim Fatih’in resmi fermanına nazaran, geniş okmeydanını kemankeşlere=okçulara tahsis eden, bizzat İstanbul Fatihi’dir.
Bu meydan, ancak iki saat zarfında gezilebilecek kadar geniştir; fermanda buraya ölü gömülmemesine, katiyyen bağ bahçe, tarla haline ifrağ edilmemesine dair sarahat var. Burası evvelce bağlık imiş. İstanbul baş (polis müdürü) Midillili Davud Beğ’den para ile satın alınarak spor meydanı haline getirilmiş idi.
Bu meydanda (tekye)yi tesis ve okçuların himaye ve terbiyesine tahsis eden de, Fatih vüzerasından (İskender Paşa)dır. Bilahire Bosna valisi olup orada vefat etmiştir.
Tekye mahvolmadan kıble tarafındaki dut ağaçlarını da (Hamza Dede) isminde salih bir zat kendi eliyle yetiştirmiş.
Fatih okçuları, İstanbul’un ilk sporcuları olarak selamlanmak lazım gelir.
O devirde okmeydanında (gündoğusu) tarafından evvela “İpekçi Ahmed” ismindeki bir sporcu ok atmağa başlamıştır. Ve okunu (1037) geze düşürerek ayrıca nişan taşı da dikmiştir. Bundan sonra yine Fatih sporcularından (Okçu Sinan) 1109 gezde nişan taşı dikmiştir.
Mütaakiben meşhur (Benli Karagöz) 1161 gezde nişan dikmiştir. İlk taşı dikenlerin biri de (Bahtiyar) isminde ve Defterdar “Piri” Bey’in kölesi imiş.
O vakitler, tekye önündeki bir taşı “ayak yeri” ittihaz ile (bahtiyar deresi)ne doğru atarlarmış.Bir zaman sonra (Arab kemankeş) zuhur ederek dereden yukarı düze atmış, 1143 gezde (menzil taşı) dikmiş ki buna (yassı kaya) diyerek anataşı itibar etmişlerdir.12
Bundan sonra (Seyis Mahmud) şöhret kazanmış, bugünkü tabirle rekoru kırarak tam 1201 gezde oku sürebilmiş.(Sinan Subaşı) onu da geçerek (1232) gezde nişan dikmiştir.13 Fatih sporcularından (Şirmerd) ile meşhur “Molla Hüsrev” kölesi “Hüsam’da ilk büyük sporculardandır.
***
Bu devir de kapandıktan sonra “Bayezid Sporcuları” geliyor. Bunlar arasında (Deve Kemal) 1205 gezde, (Havandelen) 1239 gezde müsabakayı kazanmış, fakat (Bursalı meşhur Şüca’) 1271’de nişan taşı dikmeğe muvaffak olmuştur. Bu müthiş bir şeydir. Halbuki bundan sonra bir harika zuhur etmiştir: (Tozkoparan İskender) bu okçular şampiyonu, Şüca’yı da geçerek 1281 gezde nişan taşı dikmiştir. Bu adamlar unutulmalı mıdır!
Tozkoparan için yapılan abidenin kenarında şunu yazmışlardı: (Sahib-ül menzil vel meydan haza ismihü Tozkoparan).14
Görülüyor ki (sahib-i menzil), spor ıstılahınca rekor kıran (şampiyon) demektir.
Şurasını da söyleyelim ki bu adedler, okların filan havaya göre atılırken düştüğü mesafeyi kayd eder. Aynı adamlar, muhtelif havalara göre muhtelif mesafelere nice defalar ok atmışlardır.Koca Türkler, yüksek sporcularını ne kadar çok takdir eder, namlarına ne kadar nefis abideler diktirirlermiş; bu halin münevverlerimizce mechul kalması ne elimdir.
Üç Harika: Tozkoparan-Şüca’-Kapudan Ahmed Bey
Üçü de muasır olan bu yüksek sporcularla Türkler ebediyyen iftihar etsinler. Birgün Şüca’ ile Tozkoparan, (1251 gez)de müsavi kalmışlar. Şüca’ bir ok daha atarak menzili bozmuş (rekoru kırmış).Tozkoparan’da atmış o da bozmuş. Fakat Şüca’nın oku bir yay boyu uzun olduğundan menzil taşı dikmek hakkı, hakemlerce Şüca’a verilmiş. Tozkoparan, bunun üzerine menzili geçmek için uğraşmış, atmış; muvaffak olamamış. Bir aralık kırk gün yıldız havası esmiş, havanın yardımıyla Şüca’ın menzilini 28 gez aşırmış. Fakat oku, ana taşının 80 gez seşt=sol tarafına düştüğünü bahane ittihaz eden rakipleri, taşı dikmesine mani olmuşlar. Dava büyümüş kadıasker bile halledememiş. Halk ikiye bölünmüş. Nihayet reis-ül hattatin ve o zaman okçular tekyesi şeyhi, sporcular nazırı (Şeyh Hamdullah Efendi) iki tarafı incitmemek üzere hakem tayin olunmuş: Tozkoparan’ın oku düştüğü yer, başka bir menzil addedilmiş.
Bundan sonra Şüca’ın taşı taşıran olursa taşı dikilsin diyerek 1279 gezde Tozkoparan namına abide vaz’edilmiş. Tozkoparan için İstanbul’da, Edirne’de, Bursa’da abideler dikilmiştir. Ayrıca Gelibolu’da da vardır. Tozkoparan, servi gibi bir boya malikmiş, boyunca yüksek bir kerevete sıçrayıp çıkabilirmiş. Kendisine “sığır kadar kuvvetli” denirmiş. Budapeşte’den Sultan Ahmed Meydanı’na heykeller getiren meşhur İbrahim Paşa o meydandaki konağında bir ziyafet vermişti.Bu ziyafete (Tozkoparan)da davetli idi. Beş tane demir kalkanı birbiri içine yerleştirdi, uzaklaştı. Atının üzerinden o müthiş çeliği okuyla nişan alarak hepsini deldi. Bu o kadar hayret-i muceb oldu ki mazhar olduğu mükafatdan başka delik kalkanları yeniçeri talimhanesinde üç asır kemal-i hürmet ve itina ile muhafaza ve bahs olundu.
Okçular derler ki Tozkoparan (yıldız rüzgarı) menzilinde yektadır. Hususiyle o rüzgara karşı iki defa atmış ve muvaffak olmuştur. Fakat (lodos menzil)inde Bursalı Şüca’a nibetle mevaffak olamamış; (ah lodos menzili)diyerek dünyadan gitmiştir.
Kendisine (Tozkoparan) gibi celadetler haber veren bir ünvanı (Yıldırım Baba) isminde ihtiyar bir sporcu koymuştur. Üstadları, Molla Hüsrev’in kölesi meşhur okçu Hüsam ile Reis-ül Hattatin Şeyh Hamdullah Efendidir. Acaba lodos menzilinde Şüca’yı geçen kimdir? Bu, Kapudan Ahmed Beydir.
Ahmed Bey, o kadar kuvvetli bileklere malik idi ki okçuların izahına göre odun yüküyle beraber koca bir merkebi elma gibi taşır; üç yaşında bir deveyi; boynuyla kaldırırdı.
Rodos cidalinde demir top yuvarlağını ucundan tutup attığı mevsuktur. Dirseğini bir yere dayandırmadan ağır taş kaldırır, iki koyunu iki elinin iki parmağına geçirir, kasap yüzünceye kadar tutardı; ne kadar yüksek at olursa olsun ayağını üzengiye basmadan binerdi. Düşünmeli ki bu harikulade kuvvetli adamla müsabakaya girişenler vardı; binaenaleyh böyle harikulade kuvvetlilik umum nesle şamil bir hamiyet idi demektir.
Zamanında pek çok mükafat almış, nihayet derya kapudanlığı “bahriye vekaleti” ile Gelibolu varidatı kendisine verilmiştir. Yalnız kendisine değil okunu, yayını yapan o meşhur Türk sanatkarlarına bile tahsisat bağlanmıştı. Ahmed Bey meşhur (sanatkar Hasan Çelebi) işi ok ve (Edirneli Usta Ali) işi tam 117 dirhem tımarlı yay ile Şüca’ın taşını aşırarak 1271 gez menzile nişan dikmiştir. Tozkoparan “benim menzillerimi ancak Ahmed Bey bozabilir” dermiş. Başka sporcular bir menzilde muvaffak oldular mı, aksilik olmasın diye bir daha atmazlardı. Ahmed Bey pervasız her menzile tekrar tekrar atar, ve her atdığı ok, birbirine yakın yere düşerdi. Sair sporcular, kamış okla atarken o ağaç okla atardı.
İstanbul Büyük Sporcularının Menzilleri
(Tarihi şampiyonlar ve rekorlar)
Şirmerd menzili- Benli Karagöz, Deve Kemal menzilleri- Şüca’ menzili- Tozkoparan menzili- Kapudan Ahmed Bey menzili- Hattatlar piri Şeyh Hamdullah menzili- Kendüha Cafer15 menzili- Ahi menzili- Katip Abdullah Efendi menzili- Nakkaş menzili- Halil Ağa menzili- Ali Bali menzili- Hacı İsmail menzili- Hacı Süleyman menzili- Divitçi menzili- Bostancı menzili- Eski darüssaade ağalarından (Yusuf, Selim, Beşir, Mercan, Bilal) ağalar menzilleri.16
Okçu paşalardan: Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Rami Mehmed Paşa, Bağdad Valisi Ahmed Paşa, şöylece hatıra gelenlerdendir. Ordu riyasetini eline alan her paşa, eğer o makama bihakkın gelmişse, mutlaka spor şampiyonu olarak tanınmak lazım gelirdi. Osmanlı sultanları, heva-yu heves esiri olmadan en büyük eğlenceyi (at, silah, ok) talimlerinde ararlardı. (Yıldırım, Fatih, Yavuz, Murad-ı Rabi’, Mahmud-u Sani) ok taliminde ve binicilikte maharet göstermiş olanlardandır. Sultan Hamid, okmeydanı talimlerini men’ ettiği gibi saraydan ve saraylılardan, her nev’ celadet ve şecaat müsabakasını lağvetmiştir.
-5-
Diğer İdmanlar
Eski Türkler, sporların her nevinden büyük şahsiyetler yetiştirmişlerdir; hususiyle “binicilik” de. Tekmil at yetiştirmeğe menfaaten mecbur idiler. Paşaların, valilerin, beylerin ahırlarında yüzlerle, hatta bazen binlerle at beslenirdi. Türkler, Türkistan kırlarında milyonlarla at besledikleri gibi garbde Adana vilayetinde (Çukurova) yı ve (Haleb) civarını, Edirne ovalarını adeta birer at fideliği yapmışlardı. Türkiye’ye hariçten katiyyen at ithal edilmezdi. Bilahire hariçten mübayaasına yol
Resim 3- Muallim Cevdet’in Edirnekapı şehitliğindeki kabri
(DİA sitesiden alıntı)
açıldı; dünyanın en mükemmel atları: (Arab, Türkmen, Kürd, Çerkes) atları gibi mahdud cinslere inhisar etmiyor mu? Atlarını birinci nev’e ithal etmeğe muvaffak olan İngilizler bile Türk paşaları vasıtasıyla Arabistan’dan at almak suretiyle yerli cinsini ıslaha muvaffak olmuşlardı.
Senenin belki hiçbir gününün cidalsiz geçmediği zamanlar kalelerde, derebeyleri, eyalet paşaları dairelerinde, atdan mahrumiyyeti leke addeden vilayat eşrafı konaklarında pek çok çevik ve asil atlar besleniyor, ne kadar çok biniş ve atış müsabakaları yapılıyordu.
Eski Türkler, hakimiyetleri icabı dünyanın en iyi cins atlarını kendi ellerinde bulunduruyorlardı. Yeni silahlar, süvariden ziyade piyadeye, topçuya, tüfenkçiye ehemmiyet verdirince iyi hayvan beslemek zevk ve ihtiyacı onda sekiz söndü. Avrupa’da iyi İngiliz ve Fransız atlarının tarihleri bile yazılmıştır. Fransız romancısı meşhur (Ojensö), İngilizlerin Arabistan’dan almış olduğu (Godolfen) hakkında kitap yazmıştır. (Safat el-ciyad) ismindeki eser, tarihi Arab atlarının şehnamesidir.
Türklerin bahriye sporlarına ve sporcularına dair biryerde kâfi izahat bulamadım. Merhum Safvet Bey’e müracat ettiğim vakit (Topkapı Sarayı Evrakı’nın tasnifi biterse buna dair birçok vesikalar zuhur eder, bunlar arasında meşhur kapdanlar, değerli neferler, şayan-ı hayret cesaret göstermiş levendler, birer suretle mükafat almış sporcular birer birer meydana çıkar) demişti.
Büyük kapdanları biliyorsak da spor için sarf edilen himmet ile müsabakaların envaı’ ve ecnasını mufassal surette tetbi’ edecek meraklılara ihtiyaç vardır.
Şimdiye kadar yazılan satırların hülasası şudur. Türk, tarihi kudret ve satvetine içte iki nisbetinde spor sayesinde müyesser olmuştur. Mağlub olduğu zamanlar bu, içte iki idmansızlıktan doğmuştur; esbab-ı sairenin bahse taalluku yoktur. Kuvvet ve cesaret tevellidi için değil, vücudu hal-i sıhhat ve muvazenede tutmak için yapılan sıhhi jimnastikler bahsimizden hariçtir.
Hükümet yardımdan ziyade mahalleli şehbazların teşebbüsü ile vücuda gelen milli tulumbacılık teşkilatı ile son derece sağlam vücutlu, merd, tüvana delikanlılar yetiştiren debbağ ustalarının mahsullerinden ise tefsilaten bahse iktidarımız yoktur. Şurasını söyleyebiliriz ki her mahallenin cami’, dini hayat kadar o mahalle delikanlıların idmanları için de merkezdi. Belli başlı ne kadar mahalle var ise hepsinde tulumbacı gençler, cami’ merkezine ve mahalli ‘sandık’a bağlı idiler. Bu hesapça eski İstanbul’un idman teşkilatından mahrum, gençleri işsiz, avare, çürük hiçbir mahallesi yoktur. Eski mekteb ve medreselerin sporla alakasına gelince: Altmış sene evvelki zamanları hatırlayanlar, diyorlar ki top oynamak, silah atmak, güreşmek tarzında idmanlar var idi ve nadir de değildi. Mamafih tefsilata vakıf değiliz.
Eğer bu tarihi küçük hülasa, Türk unsurunun at ve silaha aşk bağladığı sipahilik zamanlarının celadet hatıralarını yaşatabildiyse maksadına erişmiş demektir.
M. Cevdet (Erenköyü Lisesi Muallimlerinden)
4-KAYNAKÇA:
1- Osman Nuri Ergin, Muallim M. Cevdet’in Hayatı Eserleri ve Kütüphanesi, İstanbul 1937
2- Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Evrakı Kataloğu
3- Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Yazmaları Alfabetik Kataloğu
4- Ünsal Yücel,Türk Okçuluğu, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara,1999
5- Cem Atabeyoğlu, Okçuluk Tarihi, Türk Spor Vakfı Yayınları, Ankara,1988
5-DİPNOTLAR:
1 Osman Nuri Ergin, Muallim M. Cevdet’in hayatı eserleri ve kütüphanesi, İstanbul 1937 s. 332-333: Cevdet’in Konferansları arasında Milli Tarih ve Müesseseler: Okçular tekyesi ve milli hatıralar da sayılmıştır.
2 Ergin, a.g.e s.333
Bu konferansların birçokları makale şeklinde basılmış, bir kısmı da yazmayı tasarladığı eserlere esas olmuştur. Basılmamış olanlardan bazılarının müsveddelerine kısmen veya tamamen evrakı arasında rast gelinmektedir. Yazılıp yazılmadığı belli olmayanlar da vardır. Hatta bu listeye girmeyen konferanslarının müsveddeleri de görülüyor.
3 Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Evrakı Kataloğu,Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Yazmaları Alfabetik Kataloğu,
Kütüphanesinde bulunan 1069 yazma eserden 861 , ve 862 katalog numaralı eserler Okçuluk ile ilgili olan eserlerdir.
861:Okçuluk Risalesi.140×100,bb mm. 32 yk. Bb st Talik, Mehmet tahir 1277 H. Okçuluk Türkçe K.585
862:Okçuluk ve okçulara dair risale (Fatih Sultan Mehmed devrinden risalenin yazıldığı tarihe kadar İstanbul ve civar şehirlerde ok atıp nişan dikenler ve nişan yerleri). 300×175,240×110 mm. 48 yk. 19 st. Nesih. Okçuluk Türkçe 0.122
4 Ergin, a.g.e S.180: Tasnif heyetinin maarif dosyasında:2662 7 H 1169nadet3.Arzuhal ve telhis. (İstanbul’da tezhibci esnafının Okmeydanı’ ndaki Okçular Tekkesi’nde şakirtlere icazet vermek için her sene toplanıp eklenmeleri mutad olduğundan bir günlük raşime icrasına müsaade itası hakkında mücellidlerbaşı Hasan imzası ile verilen arzuhal ve sadaretin padişaha yazdığı arzdır.
Hayrete layıktır ki padişah müsaade etmemiştir. İktisat ve belediye kısımlarına da ilmühaber verilmelidir.)
5 Ergin, a.g.e s. 329:
x.vi. Cevdet’in Yazmayı Tasarladığı Eserler: Cevdet kitaplarının, makalelerinin ve konferanslarının ötesinde berisinde birçok kitaplar ve risaleler yazacağını vesile düştükçe söyler. Bunların içinde pek mühim olanlar da vardır…
1932’de neşretmiş olduğu ‘İbn Batuta’ya zeyil’ adındaki eserinin kapağında bu türlü eserlerinin adını Arapça olarak anlatır ve sayar:
9.Okmeydanı Tekkesi ve okçuluk tarihine medhal.
6 Ergin, a.g.e s. 321
7 Ergin, a.g.e. s. 321
8 Rüzgârı arkaya alınırdı.
9 Doğru okunuşu şast olacak. Ünsal Yücel, Türk Okçuluğu, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999 s. 423
10 Ok sağ tarafa giderse sol elle yayı kabzasından tutup sağ başparmağı ile çeken bir okçu için kabza ciheti sol taraftır. Buna göre metinde ters belirtilmiş, Yücel, a.g.e. s.404
11 Cevdet burada yayı tarif etmiş, metinde ok olarak yazılmış. Sinir ve deri, yayın yapımında kullanılabilecek malzemelerdendi.
12 Arap kemankeş’in attığı lodos menzilinde 1024 gezdir. Bu sıralamada olmaması gerekir.
13 Bu mesafe de lodos menzilinde atılmıştır.
14 Sahib’ül menzil fi’l meydan ellezi ismühü Tozkoparan sene 957 yazmaktadır.
15 Lenduha Cafer olmalıdır.
16 Menzil sınıflandırması böyle değildir.Burada menzil mesafe olarak düşünülmelidir.
6-KISALTMALAR:
A.g.e. Adı geçen eser
A.g.m. Adı geçen makale
A.g.mad. Adı geçen madde
A.g.t. Adı geçen tez
Bk. Bakınız
C. Cilt
çev. Çeviren
çev. kont. Çeviri kontrol
der. Derleyen
DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
ed. Editör
h Hicrî
haz. Hazırlayan
KK. Kur’ân-ı Kerîm
Krş. Karşılaştır
m Miladî
M.S Milattan Sonra
nr. Numara
s. sayfa
S. Sayı
st. Saint
terc. Tercüme
tsz. Tarihsiz
TTK Türk Tarih Kurumu
vb. ve benzeri
ve diğ. ve diğerleri
vol. Volume
vr. varak
vs. vesaire