Posted by irem deniz in on 25th 02 2018
Günümüzde Geleneksel Yaylar İle Avcılık ve Türk Kompozit Yayı 1.Bölüm1.Bölüm: Tarihî Arkaplan ve Teknoloji Dr. Murat Özveri Türk kültüründe okçuluk ve avcılığın çok eskilere dayanan izleri üzerinde yaptığımız yolculukta İç Asya bozkırlarından İran Platosu’na ve Kuzey Hindistan’a, İran Platosu’ndan Kuzey Afrika’ya, Anadolu’ya ve Balkanlar’a uzanan uzun bir rota çizdik. Bu rota üzerinde yol alırken, yüzyılları da arkamızda bıraktık. Avcılık kültürünün Oğuz töresi etkisinde nasıl tâ Osmanlı’ya kadar geldiğini, geçen yıllar içinde askerî elitin oluşturduğu devlet bürokrasisi içinde nasıl kurumlaştığını gördük. Asya kompozit yay ailesinin bir ferdi olan Türk yayının gelişiminden de bahsettik. Asur Medeniyeti’ne kadar takip edilebilen kompozit yaylar, savaş arabası kullanıcılarının ve daha sonra at üzerinde savaşan göçebelerin repertuarına çok erken girmiştir. Atalarımız Türk adıyla tarih sahnesine çıktığında, ellerinde bu yayın bir hayli evrimleşmiş bir versiyonu vardı. 7. ve 13. yüzyıllar arasında, kollarının ucunda “kulak” denilen rijid uzantıları olan, kabzası bazen düz, bazen içbükey bir yay tipi geniş bir coğrafyaya hâkim olmuş; sonra 13. yüzyıl sonuyla 14. yy. ortası gibi bir zamanda, bugünkü Osmanlı yaylarının erken örnekleri ortaya çıkmıştır. Yay kollarının uç kısımlarındaki “kulak”lar “kasan” denilen şekilde evrilmiştir. Türk yayı 16. yy. ikinci yarısında, Mısır Seferi’nden zaferle dönen Sultan I. Selim’in Memluk kemangerlerini İstanbul’a getirmesinden sonra son halini almıştır. Yay, insan kas kuvvetiyle bükülen ve bu sayede enerji depolayan bir makinadır aslında. Kiriş bırakıldığında, yayı oluşturan malzeme/ler içinde biriken potansiyel enerji, farklı enerji türlerine dönüşerek boşalır. Yay kolları, kiriş ve en önemlisi ok, kinetik enerji ile yüklenerek hareket ederler. Depolanan enerjinin hepsi oka aktarılamaz, bir miktar kayıp meydana gelir. Bükülmeye başlayan materyal önce belli bir esneme yapar. Demir veya taş bile bu esnemeyi yapar, ama miktarı az olduğundan fark edilemeyebilir. Lastik ise daha çok esner. Malzemenin bu esneme becerisine “elastik modulus” denir. Esneyebileceği en uç noktaya kadar bükülen materyal bundan sonra plastik deformasyona uğrar. Yani büktüğünüz yerde kalır, eski formuna dönemez. Bu “elastik deformasyon aralığı” da materyalden materyale değişir. Bükmeye devam ederseniz, materyal ne olursa olsun, kopma meydana gelecektir. Yay elastik deformasyon aralığında çalışan, tasarımına ve yapıldığı malzemelere bağlı olarak asgarî enerji kayıplarıyla çalışması beklenen bir silahtır. Bükülen herhangi bir nesnenin içe kıvrılan yüzeyinde sıkışma, dışa bükülen tarafında gerilme kuvvetleri oluşur. Her materyal bu kuvvetlere belli bir noktaya kadar dayanır. Yay teknolojisinin ilk ayağı olan basit ahşap yaylar, ağacın bu her iki tip kuvvete de belli bir yere kadar mukavemet göstermesi esasına dayanarak yapılır. Ancak ağacın gerilme ve sıkışma kuvvetlerine mukavemeti sınırlı olduğundan, bu yaylar ya uzun yapılmak zorundadır ya da kısa çekişlerle kullanılmalıdır. Kompozit yay, ahşap bir iskeletin bir tarafına tendon (sinir) diğer tarafına boynuz yapıştırılmasıyla yapılır. Bu yaylarda, ağaç iskeletin sıkışma tarafı sıkışmaya ağaçtan daha mukavim olan boynuz ile ve gerilme tarafı, gerilmeye ağaçtan daha mukavim olan tendon ile kuvvetlendirilir. Böylece, kısa boylu ama buna rağmen uzun çekişlere dayanabilen bir yay tipi ortaya çıkar. Üç bin yıla yakın bir süre, ağacın mukavemetini arttırmak için tendon ve boynuz kullanılmıştır. Sonra, modern teknoloji hayatımızda çok önemli yer tutmaya başladığında, başka materyaller insanoğlunun emrine girmeye başladı. Ve yay yapım teknolojisi, belki de geri dönülmeyecek bir yola girdi. İlk defa Kuzey Amerika’da, 1970’lerde, yay yapımında cam elyafı (fiberglass) kullanıldı. Yay üreticisi de olan Fred Bear adında ünlü bir avcı, basit ahşap yayın sırtını (yayın hedefe bakan ve gerilme kuvvetlerine maruz kalan yüzeyi) cam elyafıyla kaplayarak, önemli bir teknolojik adım attı. Bunu, masif ahşap iskelet yerine ahşap laminasyonlar kullanılması takip etti. Bundan sonraki on yıllar boyunca, spor ve av yayları ahşap laminasyonların hem sırtta hem karında (yayın okçuya bakan yüzeyi), epoksi yapıştırıcılarla yapıştırılan cam elyafıyla kuvvetlendirilmesi suretiyle yapıldı. Karbon lifinin icâdı ve yaygınlaşmasıyla, bu mucizevî materyal de hem yay hem ok yapımına dahil oldu. Elbette gelişen sadece kullanılan materyaller değildi. Yay tasarımında da müthiş gelişmeler oluyordu. “Akdeniz Çekişi” diye bilinen; kirişin işaret, orta ve yüzük parmaklarla tutulup çekildiği tekniği benimseyen modern spor okçuluğu, bu tekniğin sonucunda oluşan ok balistiğini inceleyerek, buna uygun tasarımlar geliştirmenin peşine düştü. 1970’lerin sonunda hızlı kameralarla fotoğraf çekilebilmesi, okun yaydan çıkışı ve uçuşu hakkında paha biçilmez bilgiler edinilmesini sağladı. Okun havada yılankâvî bir hareketle kıvrılarak gittiğinin anlaşılmasıyla, bu balistik hareketi kontrol altına alma çabaları da hızlandı. Yayların kabzaları, üzerine bir yan pencere açılan büyük gövdeler üzerine yerleştirildi. Böylece yaya yerleştirilen okun ucu kirişle aynı hizaya getirildi. Kirişin üç parmağın ucundan kayarak yaptığı rotatif hareketten kaynaklanan kuvvetler, yaya takılan stabilizör çubuklarla giderilemeye çalışıldı. Nişan almayı mümkün kılmak için, tüfek ve tabancadaki arpacığa benzeyen pinler ihtiva eden nişangâhlar tasarlandı ve kullanıma sunuldu. Okçunun her çekişi milimetresi milimetresine aynı yapması için, spor okçuluğunda “clicker” adıyla bilinen çekiş mesafesi müşirleri geliştirildi. Ama iş bununla da kalmadı. 1966’da “makaralı yay” icâd edildi. Tıpkı “tüfenk icâd oldu mertlik bozuldu” deyişindeki gibi, makaralı yay okçulukta mertliği tamiri mümkün olmayacak şekilde bozdu. Patenti alınan ilk üründe yay kollarının uçlarında birer makara vardı ve yay kolları hareketli makaralar vasıtasıyla hareket ettiriliyor, daha az kuvvet sarf edilerek bükülebiliyordu. Azamî çekiş kuvvetine kısa bir çekiş kuvvetinde ulaşan ve sonra birdenbire çekiş kuvvetini düşüren makaralar sayesinde, okçuluk artık fiziksel kuvvet de gerektirmeyen bir spora dönüşüyordu. Makaralı yaylar, yuvarlak makaraların yerini böbrek şeklinde “kam”ların almasıyla, çekiş kuvvetini okçunun lehine değiştirecek birer mekanik araca dönüştü. Kuzey Amerika’da ve bütün dünyada, yayla avlananların bir numaralı av silahı oldu. Kadınlar ve çocuklar da avcılık için gereken kuvvetli yayları kolaylıkla kullanabilir hale geldi. Böylece okçuluk artık teknolojinin nimetlerinden yararlanan, okçudan kaynaklanan hataları bertaraf etmeye yönelik malzeme ve tasarım desteğini tam olarak almış, savaş sanatı özelliklerinden uzaklaşarak tam bir spor kimliğine bürünmüş oldu. Ancak zaman içinde, bu gelişmelerden memnun olmayan “romantik” bir kitle ortaya çıkmaya başladı. Onbeş bin yıl, belki de daha uzun zamandır insanlık tarihinin içinde olan okçuluğun karakteri ciddi miktarda değişmişti. Oysa yay ve ok geçmişte böyle değildi ve bu gelişmeler, bu onbeş bin yılın son 50 yılı içinde gerçekleşmişti. Dünyada “geleneksel okçuluk” veya “tarihî okçuluk” adıyla palazlanan bir hareket, belki de bu aşırı teknolojik gelişmelere bir tepki olarak ortaya çıktı. Her ne kadar bu tâbirler Amerika’da ve Eski Dünya’da ayrı anlamlara geliyor olsa da, genel kanı okçuluğun daha sâde, daha zor olması ve -büyük çoğunluk açısından- geçmişe uzanan bağlarıyla birlikte anlaşılması gerektiğiydi. Amerika, sadece birkaç yüz yıl geriye giden geçmişiyle “geleneksel okçuluk” tâbirine bambaşka anlamlar verdi. Aslında İç Savaş sonrasında Thompson Biraderler’in başlangıcını yaptığı yayla avcılık, kıtanın yerlilerinin yay ve ok kullanımından bambaşka, kendi başına bir kilometre taşı olup Beyaz Adam’ın okçuluk kültürünün başlangıcı olarak kabul edilebilir. William ve Maurice Thompson, İç Savaş sonrası güney eyaletlerinde ateşli silahlara sınırlama getirildiğinde, hem bir yaşam tarzı hem karın doyurma yolu olan avcılığı yayla yapmaya başlamışlardı. Bunun için o dönem halen iç içe yaşadıkları Kızılderililerden yayla avlanma teknikleri öğrenmişlerse de tercih ettikleri yay, kıtaya İngiliz göçmenlerce getirilmiş olan İngiliz Uzun Yayı olmuştu. Hattâ “Witchery of Archery” (Okçuluğun Büyüsü) başlıklı bir kitap bile yazmışlardı. 1900’lerin ilk 20 yılında, ilginç bir gelişme daha yaşandı. O yıllarda, Beyaz Adam Amerikan yerlilerinin soyunu kırmıştır. Birçok kabile çiçek hastalığı ve viski yardımıyla yok edilmiş, geri kalanlar rezervasyonlarda yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Durum böyleyken, Yahi Kabilesi’nin son ferdi, İşi adlı bir Kızılderili, Beyaz Adam’ın elinin henüz ulaştığı ırak bir kırsalda “bulundu”. İşi, sosyal bilimcilere inanılmaz zenginlikte bir etnografik ve folklorik bilgi akışı sağlayacaktır. Ama asıl Amerika’nın geleneksel okçuluk tarihinde çok önemli bir yer edinecektir. Hastası olarak gidip tanıştığı ve sonra uzun yıllar dost olarak kaldıkları Dr. Saxton Pope, İşi’den Amerikan yerlilerinin okçuluk birikimini öğrenecek, birlikte yaşadıklarını “Hunting With A Bow And Arrow” (Yay ve Okla Avlanmak) başlıklı bir kitapta bir araya getirecekti. Bunu, 1940’larin büyük Amerikalı sporcusu, maceraperesti, film oyuncusu, film danışmanı ve avcısı Howard Hill’in ilgiyi okçuluğa çektiği bir dönem izleyecekti. Ancak ABD’de “geleneksel okçuluk” 1970’lerde tasarım ve malzeme bakımından bambaşka bir yöne sapan yaylarla avcılık yapan Fred Bear gibi başka bazı avcı ve maceraperestlerin açtığı yolda devam edecekti. Aslında ABD’nin, son derece kısa geçmişine rağmen, bilgi birikimini kayıt altına almadaki başarısı sebebiyle, bu çok genç ülkede bir “okçuluk geleneği”nden söz edilebileceğini kabul etmek gerekir. Yine de bugün bu ülkede geleneksel okçuluktan anlaşılan, 1970’li yıllarda geliştirilen fiberglas-ahşap kompoziti yaylarla yapılan avcılıktır. Daha eski ve otantik teknolojileri tercih edip basit ahşap yaylar veya sinir kaplı yaylarla avlananlar kendilerini “geleneksel okçuluk”tan ayırmak için “primitif okçuluk” tâbirini önerdiler ve halen kullanmaktadırlar. Primitif okçuluk terimi, Amerika kıtasının yerli-Kızılderili okçuluk kültürünü içerdiği gibi, prehistoryaya ait okçuluk kültüründen öğeler de barındırmaktadır. Eski Dünya’da ise durum farklıdır. Burada okçuluk gerçek anlamda bir gelenektir. Birkaç yüz yıllık geçmişine rağmen olağanüstü ekonomik ve askerî gücüyle dünyanın patronluğuna soyunan ABD, Almanya gibi bazı Eski Dünya ülkelerine de kendi “geleneksel okçuluk”unu pazarlayabildi. Ancak Eski Dünya’nın bazı ülkelerinde; özellikle Japonya, Kore, Moğolistan gibi Asya topraklarında, bin küsur yıl geriye giden okçuluk gelenekleri neredeyse kesintisiz olarak ve çok az değişikliğe uğrayarak günümüze taşınmıştı. Bunun yanında, Macaristan gibi, halkının kökleri Orta Asya’ya dayanan bir Avrupa ülkesinde, 19. yy’ın milliyetçilik furyasıyla ayağa kalkan bir “öze dönüş” çabası başlamıştı. Macarlar sadece “Turancılık” diye bilinen akımın yaratıcıları olmakla kalmadılar, 10. yy “Magyar”larının silah, giyim, kuşam vb. kültürel öğelerini araştırmaya da büyük önem verdiler. Yapılan arkeolojik kazılar sonunda, tarihî gerçekliği hâlâ tartışılsa da, Macar geleneksel yayının ilk rekonstrüksiyonu yapıldı ve 1970’lerin sonunda bu ülkede geleneksel okçuluk, Prof. Dr. Gyula Fabian gibi öncüler sayesinde canlandırılmaya başladı. Polonya, Çekya ve Ukrayna gibi ülkeler de özellikle Doğu Bloku’nun dağılmasını takiben, atalarının savaş sanatlarına ilgi duymaya başladılar. Geleneksel okçuluğun yanı sıra, tarihî kılıçlar ve kılıç kullanma teknikleri de araştırılmaya ve hayata geçirilmeye başlandı. Asya ve Orta Avrupa’da durum böyleyken, Avrupa’nın kuzeyinde geleneksel okçuluğun önemli bir kalesi varlığını hep sürdürdü: İngiltere. Aslında 1986 yılında yapılan sualtı kazısıyla gün ışığına çıkarılan Mary Rose gemi batığı olmasa, bütün Birleşik Krallıklar topraklarında hepi topu iki adet orijinal İngiliz Uzun Yayı (İUY) vardı. Ama kendi kültürünü pazarlamadaki başarısı tartışılamayacak Anglosakson dünya, Robin Hood gibi halk kahramanlarıyla bu yayı temcit pilavı gibi bütün dünyanın önüne sürmekteydi. Üstelik, 16. yüzyıldan itibaren sistemli bir çabayla okçuluk kültürlerinin kaybolmaması için çalışmaktaydılar. O zamanlardan beri kitaplar yazılmakta, dernekler kurulmaktaydı. Türkiye ise, Orta Asya’da getirdiği ve sonraları İslâm öğeleri ile süsleyip büyüttüğü okçuluğuyla, sadece içinde bulunduğu coğrafyada değil, bütün dünyada haklı bir üne sahip olan Osmanlı’nın kültürel mirasçısıydı. Çok erken başlayan sportif okçulukla, bazıları yüzlerce yıldır kırılamamış ok menzil rekorlarıyla, 17. yy gibi geç sayılabilecek bir tarihte bile yay ve oku etkili bir savaş aracı olarak kullanmasıyla, ecdâd hem spor hem savaş okçuluğunda tarihe damgasını vurmuştu. Ancak imparatorluğun ekonomik, siyâsî, kültürel ve askerî çöküşü okçuluğun da sonunu getirdi. 2000’li yılların başındaki canlandırma hareketine kadar, 1930’lardaki kısa atılım dışında, kayda değer bir sahip çıkma olamadı. Bugün ise, her erken kalkanın bir okçuluk kulübü açtığı, bilgi ve deneyim sahibi olmayanların da at oynatmaya cüret ettiği bir platformda yaygınlaşmakta geleneksel okçuluğumuz. İnternet, bilen-bilmeyen herkesin konuştuğu kirli bir mecrâya dönüşmüş, hareketi tekelleştirmeye çalışan haddini bilmez hâmiler ortaya çıkmıştır. Yine de gelişme dejenerasyondan ayrı düşünülemeyecek bir şeydir. Doğma, büyüme, büyürken “kirlenme” ve ihtiyarlayıp ölme; sadece canlılar için değil, gelenekler ve kurumlar için de benzer şekilde işleyen bir süreçtir. Bu sürecin doğal akışının bizi çok iyi yerlere taşıyacağı ümidini kaybetmememiz gerekir. Okuduğunuz makaleler dizisi yayın avcılık tarihi içindeki gelişimine odaklandığından, geleneksel okçuluğumuzun devam etmekte olan son kalkınma hareketine burada bir nokta koyalım. Bu konuda yaptıklarımız, daha kesin bir ifadeyle söyleyecek olursak, doğru ve yanlış yaptıklarımız, bizden sonraki nesillerdeki araştırmacılar, geleceğin kalem sahipleri tarafından yazılacak. Ve geleneksel okçuluk tarihimizin şu anda çevrilen sayfaları, çocuklarımız ve torunlarımız tarafından kaleme alınmış olacak. |