Posted by Emre Metilli in on 29th 12 2017
Türk-İslâm Kültüründe Avcılık ve Osmanlı Kompozit Yayı-2. BölümDr. Murat Özveri Geçen sayıdaki makalede sözünü ettiğimiz gibi, Osmanlı’da halkın nasıl avlandığına dair bilgi yok denecek kadar azdır. Osmanlı sarayı ve devlet erkânının avcılığı ise bambaşka bir konudur. Her şeyden önce, kendilerinden önceki Türk devletlerinde kurumlaşmaya başlamış olan avcılık teşkilatı gelişimine devam etmiş, son derece sofistike ve devlet bürokrasisiyle iç içe geçmiş halde evrimleşmiştir. Selçuklular’da “emîr-i şikâr”, yani “avcılık emîri”, en üst düzey devlet görevlilerinden biriydi. Meselâ, son zamanlarda popüler bir TV dizisiyle adı gündeme gelen Sâdeddin Köpek, Alâeddin Keykûbad ve Gıyaseddin Keyhüsrev’e hizmet etmiş bir vezirdi ve emîr-i şikâr da olmuştu. Bu mevkiye, sultana çok yakın, onun çok güvendiği kimseler gelirdi. Osmanlı sarayından da durum böyleydi. Aslen askerî teşkilatın da bir parçası olan avcı bölükleri sarayda önemli yer tutuyordu. Yetiştirdikleri yırtıcı kuşlara atfen “çakırcılar”, “doğancılar”,”şahinciler” gibi isimler alan bu bölükler Enderûn’da (sarayda) bulunurdu. Mensupları, tahttaki padişahın ava düşkün olup olmamasına göre artıp azalabilirdi ancak bu bölüklerin başında bulunan ve “çakırcıbaşı”, “doğancıbaşı” gibi unvanları olan subaylar, askerî bürokrasinin ve hiyerarşinin en önemli figürleriydi. Bu bölüklerin en üstünde çakırcıbaşı bulunurdu ve yeniçeri ağaları çakırcıbaşılardan çıkardı. Osmanlı’nın liyâkata dayalı yönetim biçiminde, herkes beceri, zekâ, çalışkanlık ve sadâkât gibi özellikleri gözetilerek, belli bürokratik basamakları çıkmak suretiyle yükseltilirdi. Buna “yoluyla yükselmek” denirdi. Alıcı kuşların adlarıyla anılan bu askerî-bürokratik rütbeler, gelişmiş bir avcı-savaşçı teşkilatını gözler önüne sermekle kalmaz, alıcı kuşların avda kullanımının önemini de gösterir. Nitekim, bu subaylar, padişahların eğlence ya da savaş tatbikâtı amacıyla düzenledikleri av seferlerinde padişaha uçuracakları kuşu bizzat teslim ederlerdi. Alıcı kuş ava doğru uçurulduktan sonra avcılar atlanır, yakalanacak ava dalışlar yapıp duran bu yırtıcı kuşları gözden kaybetmemek için dörtnala at sürerlerdi. Yırtıcı kuşlarla avcılığın bu yöntemle yapıldığını gösteren çok sayıda kayıt vardır. Orhan Gazi’nin Nilüfer Hatun’dan olma büyük oğlu, “Rumeli fâtihi” olarak da bilinen Süleyman Paşa, böyle avlanırken, bir kaza uçurduğu yırtıcı kuşu takip ederken atından düşerek ölmüştür. Kendi fethettiği Bolayır’da gömülü olan şehzâdenin türbesi ziyaret edildiğinde, atının da aynı yerde medfûn olduğu görülür. İslâm öncesi Türk gömü âdetlerinin Osmanlı’nın erken dönemindeki varlığına işaret eden ilginç bir örnektir de bu. Yırtıcı kuşlar diplomatik hediye ve hattâ vergi olma özelliğini Osmanlı döneminde de korur. Meselâ Mısır eyâletinin Osmanlı’ya ödediği ve “Mısır hazinesi” diye bilinen yıllık vergi içinde belli sayıda ve türde avcı kuş da yer almaktaydı. Benzer şekilde, Osmanlı’ya tâbî olan Eflâk ve Boğdan da yıllık haraç ve vergileri dahilinde, belli sayıda ve türde alıcı kuşu Osmanlı sarayına gönderiyorlardı. Sarayın alıcı kuş ihtiyacını asıl karşılayan ise, taşradaki teşkilattı. Merkezdeki çakırcıbaşıya bağlı olan taşra çakırcıları, şahincileri ve doğancıları mevsiminde yavru toplayıp yetiştiriyorlar ve saraya yolluyorlardı. Bu hizmetleri karşılığında, işlettikleri arazilerin gelirinden vergi muafiyetleri vardı. Kuş gönderemedikleri yıllarda, telâfi olarak belli bir vergi öderlerdi. Padişaha ait avlaklarda av yapma hakkına sahip olan bu taşra avcıları, elde ettikleri av etinden yapılan pastırma ve benzeri konserve edilmiş mamûlü de belli aralıklarla İstanbul’a göndermek mecburiyetindeydiler. Taşradaki kuşçu teşkilatı, uzmanlıklarına göre ayrılan kişilerden oluşuyordu. Alıcı kuş yavrularını kayalıklardaki yuvalardan toplamak, bunları eğitmek, belki bakım ve beslenme gibi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ayrı ihtisas dalları vardı ve hepsi için ayrı birer uzman mevcuttu. Çoğumuzun bildiği eski bir avcı deyişi vardır: “Beş paralık tüfek, on paralık köpek”. Köpeklerin avcılıkta kullanımı çok eskilere dayanır ve avcı için iyi bir köpek paha biçilmezdir. Osmanlı ordu/av teşkilâtına, alıcı kuşlar üzerine ihtisaslaşmış üst düzey askerî personelin yanında, av ve savaş köpekleri eğiten bölükler de vardı. Bu bölüklerce yetiştirilen köpekler için günlük ekmek pişirilir ve İstanbul’un işkembecilerinden ücretsiz sakatat alınırdı. İşkembeciler saraya verdikleri bu hizmet karşılığında, ödemeleri gereken bir vergiden muaf tutulurlardı. Tazı türü köpekleri yetiştiren “zağarcılar”, diğer avcı bölükleri gibi, II. Mehmed döneminden itibaren yeniçeri teşkilatının parçasıydı. Tazılar ava salınıyor, avcılar bunları atla takip ediyorlardı. Bu bölükler içinde yer alan “turnacılar”ın, adlarını kendi yetiştirdikleri bir tazının bir turna yakalaması üzerinde aldıkları söylenir. Seksoncular ya da samsoncular adlarını yetiştirdikleri köpeklerin tür adından alırlardı. Samson, boyu 2 m’ye yaklaşan ve ağırlığı 100 kg’ı bulabilen, anavatanı bugünkü Romanya olan bir köpek cinsiydi. Ayı avında ve savaşta kullanılmak üzere yetiştirilirdi. Bu bölüklerin başındaki subaylar “seksoncubaşı” veya “samsoncubaşı” unvanlarını taşırdı. Köpeklerin ayı avında kullanılması yöntemleri muhteliftir. Kopoy tarzı köpeklerle sıkıştırılıp bir ağaca çıkmaya mecbur bırakılan ayının tüfekle vurulduğu av videolarını görüyoruz. Bu iri ve çok güçlü köpeklerin kullanılması, bugün ABD’nin bazı eyaletlerinde uygulanan başka bir başka avlanma yöntemiyle alâkalı olabilir. “Catch dog” dedikleri, iri ve vahşi türlerden devşirilen köpeklerle domuz avı videoları benim çok ilgimi çekiyor meselâ Bu köpekler sadece havlayıp taciz ederek değil, düpedüz ısırıp tutarak, tehlikeli avı hareketsiz bırakıyor ve avcının güvenle sokulup öldürücü vuruşu yapmasını sağlıyor. Bu amaçla yetiştirilen köpeklere, kurşun geçirmez yelek yapımında kullanılan Kevlar’dan dokunmuş yelekler giydiriliyor. Böylece yaralanma riski de azaltılan köpek ava sokulup onu çeşitli yerlerinden ısırıyor, yaralıyor, avı yoruyor ve avcı yaklaşana kadar tutuyor. Böyle avlarda avcının yaban domuzunun yanına sokulup onu yay ve okla, hattâ bir bıçağı kalbine sokmak suretiyle öldürdüğü av videoları, video paylaşım sitelerinde bulunabilir. Günümüzde uygulanan bu avlanma yöntemi, samson cinsi köpeklerin Osmanlı avcıları tarafından nasıl kullanılmış olabileceğine ışık tutmaktadır. Savaşta nasıl kullandıkları ise meçhûldür. Bu köpekler doğrudan düşman askerlerinin ya da atlarının üzerine saldırtılmış olabilir. Yukarıda bahsi geçtiği üzere, hem merkezde hem taşrada, padişahın avlanması için ayrılmış “selâtin” avlakları vardı. Taşra avcı teşkilatı bu ormanlık ve çalılık alanların korunması görevini de üstlenmişti. Belki bugünkü anlamda bir çevre koruyucu anlayıştan söz etmek mümkün değildi, ancak amaç padişahın zevki için yeterli av bulmasını sağlamak da olsa, bu avlaklarda çevrenin ve yaban hayatının korunmasına yönelik önlemler alınıyordu. Sivil halkın bu avlaklara sokulmaması, bu önlemlerden biriydi. Bostancıbaşı, bütün avlaklarda yeterli av bulunmasından sorumlu olan görevliydi. Padişahın sürek avlarında tatminkâr sayı ve çeşitte av bulamayıp bundan bostancıbaşıyı sorumlu tuttuğu, bu sebeple onu azlettiği vakalar kayda geçmiştir. Padişah ve saray erkânının avı, padişahların eğlenmesi veya stresli zamanlarda kafasını dağıtıp dinlenmesi için olduğu kadar, eskiden beri olduğu gibi, askerî tatbikât olarak da görülüyordu. Çoğu büyük askerî seferde sürek avlarının da düzenlenmesi bunu açıkça göstermektedir. Büyük av seferlerinde kalınacak menzillerin tespiti, buralarda başta pâdişah olmak üzere, bütün katılımcıların konaklama, ısınma ve barınma imkânlarının sağlanması, avcı teşkilâtı mensuplarının yanında bazen ava dahil edilen köylünün angaje edilmesi gibi işler de askerî seferlerin lojistik ve sosyal yönlerinin provası mahiyetindeydi. Tıpkı savaşlarda olduğu gibi binlerce kişinin, atların, köpeklerin ve yırtıcı kuşların yeme, içme, barınma, ulaşım sorunlarının av seferinin planlanması dâhilinde çözülmesi gerekiyordu. Avlanan hayvanlardan elde edilecek et, post, tüy gibi hammaddenin sahada işlenmesi ve taşınması da yine bu planlamanın parçasıydı. Ama avların çok önemli bir fonksiyonu daha vardı: Halkın padişaha sesini duyurabilmesi…Normal koşullarda halkı için ulaşılmaz konumdaki padişah bu vesileyle halka çok yaklaşıyor, neredeyse onlarla iç içe oluyordu. Bu av seferlerinde padişahların halkın dertlerini ve şikâyetlerini dinledikleri bilinmektedir. Avlar günübirlik olabildiği gibi, haftalarca da sürebiliyordu. Kuşlara avcı kuş uçurup bunları takip etmek için dörtnala at sürmek bir avlanma yöntemiydi. Benzer şekilde av hayvanlarına tazı cinsi köpekler salındığını da biliyoruz. Bugün için oldukça alışılmışın dışında kabul edilebilecek pars, tıpkı Selçuklular’da olduğu gibi, Osmanlı avcısının da repertuarında yer alıyordu. Ama elbette bir “Türk klasiği” sayılabilecek yöntem, sürek/sürgün avıydı. Günlerce yürüme mesafesinden sürekçiler ve köpeklerle sürülen hayvanlar, insanlardan oluşan büyük bir çemberin içine toplanıyordu. Doğal hayatlarında birbiriyle av-avcı ilişkisinde olan hayvanlar burada kendi canlarının derdine düşüyor, yorgunluk ve korkuyla oradan oraya kaçışıyorlardı. Bu çemberin içine giren avcılar hem binicilik hem silah kullanma becerilerini gösteriyor, sınıyor, geliştiriyorlardı. Burada av; can havliyle koşan, zıplayan, hattâ avcıya saldıran yaban hayvanlarıydı. “Avcı” lakâbıyla mâruf IV. Mehmed zamanında, hayvanların tahta bir çitin içine sürüldüğü, bu çitin belli yerlerine inşâ edilmiş kulelerden padişahın yay veya tüfekle hayvanlara atış yaptığı bir varyasyon da kaynaklara geçmiştir. Osmanlı’da avcılıktan her bahsedildiğinde laf dönüp dolaşıp Avcı Mehmed’e gelecektir. Birçok Osmanlı padişahı avcılığı severek yapmış, buna zaman ve para harcamıştır. Ama IV. Mehmed, başka hiç bir padişahta görülmeyecek kadar ava tutkulu, daha doğrusu takıntılıdır. Avcılığın onda bir hastalık halini aldığını söylemek abartılı olmaz. Edirne civarında aylarca avlandığından İstanbul’a gittikçe daha ender gelecek ve sonunda bütün zamanını Edirne’de geçirmeye başlayacaktır. İfrâta kaçan her uğraşta olduğu gibi, bu takıntı onun başına iş açacak, saltanatının sonunu getirecektir. Sultan avdan başını kaldıramazken, devletin yönetimi tamamen dönemin sadrâzamları Köprülüler’e bırakılmıştır. Onların dirâyetli yönetimine rağmen, padişahın devlet işlerini ileri derecede ihmâl etmiş olmasının sonuçları görülmeye başlayacak, IV. Mehmed av merakı yüzünden tahttan indirilen ilk ve son padişah olarak tarihe geçecektir. IV. Mehmed döneminde saraydaki av halkının sayısı en kalabalık haline ulaşmıştır. Taşradaki büyük av partilerinde, halkın da katılmasıyla sayıları onbinleri bulan av halkıyla avlanmıştır. Bir defasında Avrupa devletlerinin elçilerini av halkıyla Edirne’de karşılayan sultan, elçileri büyük bir şaşkınlığa uğratmış, endişeye kapılmalarına sebep olmuştur. Sultanın etrafındaki mâiyetinin sadece av halkı olduğunu öğrenen elçiler “Sadece av halkı bu kadar kalabalıksa bu adamın ne muazzam bir ordusu vardır kim bilir” diye düşünmüşler, bu gözlemlerini rapor etmişlerdir. Geçen sayıda, yazının birinci bölümünde bahsettiğim gibi, Osmanlı kompozit yayı 16. yy’ın ikinci yarısında tipik şeklini almış ve savaş alanlarında bile 18. yy sonlarına kadar kullanılmıştır. Osmanlı’da okçu birlikleri 1790’a kadar varlığını sürdürecektir. Avcının repertuarından da yay uzun zaman çıkmayacaktır. 16. yy’dan itibaren tüfeğe ulaşabilen halk, yay ve okla ilişkisini hemen kesmiş olmalı. Kulağa garip gelse de yay –özellikle kompozit yay- tüfekten daha pahalı bir silahtır ve daha önce bahsettiğimiz gibi, cephanesi olan ok ise, tüfeğin mermi ve barutuna göre zor, uzun sürede, yüksek maliyetle üretilir. Taşıması ve saklaması da daha zordur. En önemlisi de tüfekle atış yapmayı öğrenmek ve bundan kabul edilir isabet oranlarına ulaşmak daha kolaydır. Kazanılan becerinin korunması için sürekli tâlim gerekmez. Bir de erken dönemin kaval namlulu tüfekleriyle, günümüzün yivsiz tüfekleri gibi, hem tek kurşun hem saçma atılabildiğini düşünün. Yay ile kuş vurmak mümkündür, ama bunu yapmak tüfekle karşılaştırma kabul etmeyecek kadar zordur. Yırtıcı kuşlarla avlanan kuş ve tavşan gibi hayvanlar, köpek ve kaval namlulu tüfek yardımıyla kolaylıkla avlanabilir hale gelmiştir. Tüfeğin, hem büyük hem küçük hayvan avında kullanılan ve hattâ savunma ihtiyacına da çözüm sunan bir silah olarak kısa zamanda köylünün eli ayağı olduğu; yay ve okun bir daha dönmemek üzere hayatından çıkmış oldu düşünülebilir. Yine de Anadolu insanının, kökeni tâ Orta Asya bozkırlarına dayanan bu muhteşem silahının izleri, yakın sayılabilecek zamanlara kadar ulaşmıştır. En azından benim bildiğim kadarıyla, Karadeniz bölgesinde “zembildek” denilen bir tür kundaklı yay kuş avında yakın zamana kadar kullanılmıştır. Geleneksel Türk yayının 20. yüzyıldaki kısa hikâyesi ve 21. yüzyılın başındaki yeniden yükselişi ise bambaşka bir hikâyedir. Türk-Osmanlı yayının devam etmekte olan hikâyesi ve avcılıkta kullanılmasıyla ilgili bilgi, yakında bu sayfalarda… |