Posted by Ünsal Uslubaş in on 30th 08 2017
Primitif Av Silahları ve YayPRİMİTİF AV SİLAHLARI VE YAY Avcılık insanlık tarihinin en eski aktivitelerinden biridir ve çok yakın denebilecek zamanlara kadar, protein ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılmıştır. Bugün bile avcılığı et ihtiyacını karşılamak için yapanlar vardır. ABD gibi gelişmiş ve avcılığın çok sıkı bir mevzuata bağlı yapıldığı bir ülkede bile, taşrada avcılık beslenme ihtiyacını karşılamanın bir parçasıdır. Avcı-toplayıcı yaşamlarına devam eden az sayıda insan topluluğu ise, Tanzanya’da hükümetin özel izniyle avlanmaya devam eden Hadzabe kabilesi ve Amerika’da Amazon ormanlarındaki bazı kabilelerdir. Bu primitif insan topluluklarının avcılık aktivitesinde en çarpıcı olan ise hâlâ yay, mızrak, üfleme borusu gibi ilkel silahlar kullanıyor olmalarıdır. Bu primitif silahların en sofistike olanı şüphesiz yay ve oktur. Avcı ile av arasına mesafe koyan ilk silah vurarak veya havada dönerek fırlatılmak suretiyle kullanılan kısa bir sopa olmalıdır. Böyle bir silah, elle fırlatılan bir taşa göre daha yüksek isabet oranı sağlayacaktır. Evrim sürecinde el anatomisinin gelişmesiyle başparmak uzamış, elin diğer parmakları kısalmıştır. İnsana basit alet kullanma becerisi bakımından primatlara göre üstünlük sağlayan bu anatomik gelişimdir. Şempanzeler bir sopayı kavrayabilir ve mesela karınca yuvalarını yağmalamak için alet olarak kullanabilir. Ancak sopayla vurabilmek uzun ve kuvvetli bir başparmak gerektirir. Hedefe çarpan sopanın elden fırlamaması ancak böyle sıkı ve güvenli bir tutuşla mümkündür. Sopayı fırlatabilmek için ise, iki ayak üzerinde güçlü ve dengeli bir yürüyüş ve kas koordinasyonunda ileri seviyede gelişmişlik lazımdır. Fırlatılarak kullanılan sopalar zamanla aerodinamik şekil alarak av bumeranglarına evrilirken, vurarak kullanılan ilkel form zamanla ahşap bir sapa takılmış taş, bronz ve demir balatalara, topuzlara, coplara dönüşmüştür. Bunlar sadece savaşta değil, avda da kullanılmıştır. Osmanlı padişahlarının topuz ve topuza benzeyen “çomak” isimli bir silahla avlanırken gösteren minyatürler vardır. Elbette, avda bu tür silahların kullanılmasının altında, Türk kültüründe avcılığın askerî tatbikat olduğu gerçeği de yatmaktadır. Afrika’nın meşhur Massailer’i hâlâ “rungu” denilen bu tür bir sopayı küçük antilopları avlamakta kullanmaktadırlar. İlk dürtücü silah olarak mızrağın ortaya çıkması zaman almış olmalıdır. Bir sopanın yontulması, ateşte sertleştirilmesi veya uç kısmına kemik, taş veya camdan bir baş takılabilmesi için, insanın ateşi kullanmayı öğrenmesi ve alet yapma becerisini geliştirmesi gerekmiştir. Bunu, mızrağı fırlatmak fikri ve sonra daha uzağa fırlatmak için bir manivela icat edilmesi takip etmiştir. Bu mızrak fırlatıcılar aslında kolun boyunu uzatan bir alettir ve Aztekçe adı olan “atlatl” ya da Avustralya’daki adıyla “vumera” olarak bilinir. Atlatl mızrağı ince ve esnek bir gövdeye sahiptir. Elde tutulan ve yaklaşık bir ön kol uzunluğunda olan fırlatıcı mızrağı arkadan hızla itince, bu gövde bükülür ve bir yay gibi esneyerek ileri fırlar. Havada belirgin bir salınım yaparak uçar. Dürtücü bir silah olan ve kısa mesafelere fırlatılabilen mızraktan farklı olarak atlatl mızrağı 60-70 m mesafelere fırlatılabilmektedir. Arkeolojik buluntular bu primitif silahla mamut, kıllı gergedan ve mastedon gibi dev hayvanların öldürülebildiğini göstermektedir. Bazı araştırmacılar atlatl’ı yay ve okun atası kabul ederler. Bu ne kadar doğru bir tespittir bilinmez ama atlatl günün birinde yerini yay ve oka bırakmaya başlamıştır. Bunda, av hayvanlarının küçülmesinin rolü olduğunu düşünen araştırmacılar da vardır. Atlatl mızrağı oka göre çok yavaş uçar, ama ortalama bir av okundan 2 ilâ 3 kat ağırdır. Bu yüksek kütlenin sağladığı momentum, iri hayvanlarda iç organlara ulaşabilecek penetrasyonu (derine saplanmayı) sağlamaya yardımcı olur. Son Buzul Çağı’nı takiben, avcı-toplayıcı atalarımızın avladıkları hayvanlar geyik ve yaban keçisi gibi nispeten küçük boyutlu hayvanlardır. Ancak bunlar, mamut ve gergedan gibi hayvanlara göre çok daha ürkek ve hızlıdır da. Atlatl mızrağını fırlatmak için gereken büyük vücut ve kol hareketi, şüphesiz bu hayvanları ürkütüyor ve isabetli bir atışı imkansız kılıyordu. Yay, avcının bir güme içinde saklanarak ve hareketini gizleyerek atış yapmasını mümkün kılmıştır. Dünyada yayın hiç kullanılmadığı tek köşe olan Mikronezya’da, vumera kullanımı 19. yy sonuna kadar sürmüş, bazı Kuzey Amerika yerli kabileleri tarafından da yay ve oku bilmelerine rağmen, mızrak fırlatıcılar yine 19 yy’a kadar kullanılmıştır. Aztekler 16. yy’da İspanyol istilâcılar tarafından yok edildiklerinde, bu silahı askerî amaçla kullanmaktaydılar. Primitif silahlarla avlanmaya meraklı ABD’li avcılar, son yıllarda yaptıkları baskıyla bazı eyaletlerde atlatl ile geyik avlama iznini elde etmişlerdir. Yay ve okun ilk defa ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Bu silah kombinasyonunun hammadesi ahşap ve diğer organik maddeler (yayın kiriş ve ok ucunun bağlanmasında kullanılan hayvansal veya bitkisel materyal) zamanın yıpratıcı etkisine karşı koyamaz. Sadece taştan veya obsidyen gibi volkanik doğal camlardan yapılmış ok uçları günümüze ulaşabilmiştir. Ancak bunların oka mı yoksa atlatl mızrağına mı ait olduğunu anlamak mümkün değildir. Taş uçların bazıları 50.000 yıl öncesine tarihlendirilebilmektedir, ancak yayın ilk kullanımına dair yapılabilecek akılcı ve abartısız tahminler 15.000 yıl öncesini işaret etmektedir. Yay ve okun avcılık amacıyla kullanılmasına dair en eski görsel tasvirler Geç Paleolitik Dönem’e tarihlenen, İspanya’daki duvar resimlerindedir. Aynı dönemi daha önce yaşayan Anadolu’muzda, Diyarbakır’da, yayla yaban keçisi avlayan bir avcının tasviri de günümüze ulaşmıştır. Maalesef insanın insana karşı mücadelesinde bu silah kombinasyonunun kullanımını da yine aynı dönem sanatçıları tarafından duvarlara resmedilmiştir. Özel koşullarda bozulmadan kalabilmiş prehistorik yay örneklerinin en eskisi günümüzden10.000 yıl öncesine tarihlendirilmiş, anck bu eski örnek II. Dünya Savaşı sırasında, saklandığı müzenin bombalanmasıyla yok olmuştur. Radyokarbon gibi modern tarihlendirme yöntemleriyle teyid edilememiş bu yaş bir kenara bırakılırsa, bilinen en eski yay, bulunduğu yerin adıyla anılan 8.500 yaşındaki “Homegaard yayı”dır. Marmaray kazılarında Yenikapı’da bulunan bir yay kalıntısı da, yaşının tespiti için beklemektedir. Ancak Yenikapı’daki neolitik katmanın günümüzden 8.000 yıl öncesine kadar tarihlendiriliyor olması, “Yenikapı yayı”nın bilinen en eski prehistorik yaylardan biri olarak literatüre geçmesine olanak sağlayabilir. En ilkel yay, yaş bir ağacın dalının bükülüp iki ucunun bir kirişle birleştirilmesiyle yapılmış olabilir. Ancak böyle bir yay oldukça kuvvetsiz ve etkisiz bir silahtır. Bir süre sonra, kuru ağacın daha büyük güç üretebileceği, ağacın suyolunun yayın performansını iyileştirecek şekilde kullanılması gerektiği anlaşılmış olmalıdır. Ağacın suyolu, ağaç büyürken meydana gelen yaşam halkalarını ağaç gövdesinin uzun ekseni boyunca seyreden çizgisel hatlarıdır. Ağacın yay yapımına en uygun kısmı, gövdeden çıkarılan pasta dilimi bir benzeri bir kesittir. ”Basit ahşap yay” denilen ve sadece ağaçtan yapılan yayların en erken formu, kalın dallar veya ince ağaç gövdelerinden yapılandı. Elbette doğal şekilleri takip ederek bir yaya dönüştürüldüklerinde, oval ya da dairesel bir yatay kesite sahip oluyorlardı. İlkel taş aletlerin kullanıldığı erken dönemlerde büyük ağaç gövdelerini dikine yararak uzun pasta dilimi şeklinde kesitler çıkarmak mümkün olamıyordu. Bugün Afrika kıtasında yaylar hâlâ bu teknolojiyle yapılmaktadır. Böyle bir yay uzun çekilemeyecek, dolayısıyla yüksek enerji depolama kapasitelerine ulaşamayacaktır. Bu sebeple, bu tip yaylar zehirli oklarla kullanılmıştır ve hâlâ böyle kullanılmaktadır. Nispeten yavaş uçan, hafif ve düşük kinetik enerji taşıyan okun hayvanın derisini geçmesi yeterli olmakta, bu şekilde zehir kana karışıp avı öldürmektedir. Elbette bu durumda avcının omuzuna uzun ve zahmetli bir iz sürme külfeti de yıkılıyordu, ama hayatı doğada geçen avcı-toplayıcı insan için bu şüphesiz o kadar zor değildi. Bronz Çağı ile birlikte metal aletler insanlığın hizmetine girmeye başlamış ve büyük ağaç gövdeleri daha kolay işlenmeye başlamıştır. Bu gelişme, kuvvetli ve daha çok enerji depolayan yaylar yapılmasının yolunu açmıştır. Basit ahşap yaylar, ağacın fiziksel dayanımı sınırlı olduğundan, ancak uzun yapıldıklarında uzun çekişlerle plastik deformasyona uğramadan ve kırılmadan kullanılabilirler. En bilinen örneği İngiliz uzun yayı olan basit ahşap yay, avcılıkta varlığını 20. yy’a kadar sürdürmüştür. Ancak, yay teknolojisindeki gelişim ayrı bir evrim dalında devam edecek, önce yayın sırtının hayvan tendonlarıyla kaplanmasıyla yapılan “sinir sırtlı yaylar” ve sonra karın bölgesine boynuz yapıştırılarak ahşap iskeletin daha da kuvvetlendirildiği “kompozit yay” (katışık/bileşik yay) ortaya çıkacaktır. Kompozit yayın tarihi M.Ö. 3. bin yıla kadar uzanmaktadır. Anadolu’nun eski ev sahipleri Hititler, savaş arabaları üzerinde kompozit yay kullanıyorlardı. Zamanın diğer Süper Güç’ü olan Mısır ile yaptıkları meşhur Kadeş Savaşı, hem iki tarafın savaş arabası-kompozit yay kombinasyonunu en etkili kullanımıyla askerî tarihe geçmiş, hem de ardından imzalanan Kadeş Antlaşması’yla, siyâsî tarihin ilk yazılı antlaşması olarak belleklerimize kazınmıştır. Ecdadımız Türk adıyla tarih sahnesine çıktığı MS. 5. yy’da bu karışık teknolojiyi kullanıyor, kompozit yayla avlanıyor, kompozit yayla savaşıyordu. Bu çoban-savaşçılar Orta Asya bozkırlarının çetin şartlarında binicilik ve okçuluk becerilerini çok küçük yaşlardan itibaren kazanmaya başlıyorlardı. Kaynaklar, Türklerin çocuklarını henüz 4 yaşındayken koyunların üzerine bindirerek ilk binicilik eğitimini verdiklerini, küçük yaylarıyla kuş ve diğer küçük hayvanları avlamaya teşvik ettiklerini yazar. Kompozit yay ve atın mükemmel birleşimi, atalarımızın Asya’nın içlerinden Avrupa’nın ortalarına uzanan 2000 yıllık serüveninde en önemli rolü oynadı. Bugün yaşadığımız toprakları yurt kıldı. Orta Asya’da günlük yaşamın parçası, hayatta kalmanın temel yollarından biri olan avcılık, Türkler ile beraber buralara geldi. İki bin yılda alfabemiz değişti, dinimiz değişti, yurdumuz değişti, ama geleneksel avcılık metodumuz ve Türk yayı, çok yakın zamana kadar değişmedi. Tüfek bir savaş silahı olarak 15. yy. ortalarında ve av silahı olarak muhtemelen 16. yy’da repertuarımıza girse de Osmanlı ordusunda kompozit yay 18. yy. sonuna kadar kullanımda kaldı. Geleneksel Türk sürek avı ve avda kompozit yay kullanımı 17. yy. sonlarına kadar devam etti. Bu sayfalarda size Türk kültüründe avcılığın ve kompozit yayın öyküsünü anlatacağım. Türk adıyla tarih sahnesine çıkmamızdan önce başlayan 2.800 yıllık öyküyü… |