SIR




“Yol” a yeni girmiş bir arkadaşımızın kaleminden, okçuluğun zihinsel ve mânevî yönüyle ilgili sıra dışı bir deneme. Mimarlık ve Bilim Tarihi mezunu ve profesyonel hayatına mimarlık yaparak devam eden yazar, okçuluğun içsel yönüyle ilgili kişisel deneyimlerini, literatürdeki karşılığıyla ustaca yoğurarak okuyucuya sunuyor. Zevkle okumanızı dileriz.


“…insan ilkin usta olur, sonra sonra çırak
önce simurg kuşunun peşinde koşarsın, giderek hayat
giderek hayat gelir, kendini anlatır
o anlatır, sen unutursun öğrendiğin ne varsa
inandığın ne varsa bir baştan bir başa…”

             Orhan Alkaya “Yenilgiler Tarihi cilt 1”

SIR

Yazan: Fulya Aslan

İlk okumu attım ve kendimi vurdum

Hamza’nın Simurg üzerinde kaf dağına doğru uçtuğu minyatürdeki kuş; simurg, ebabil, zümrüd-ü anka olmak üzere 3 isimde de geçiyor.

Ok ve yay gibi ilk bakışta çok basit görünen ve kullanımı çağlar öncesine dayanan bir aletin içerdiği tarihsel, kültürel, sanatsal, teknik birikim ve zenginlik inanılmazdır. Bu birikimin yanı sıra okçuluk, zihinsel ve psikolojik bir boyuta da sahiptir. Öncelikle kişisel olarak deneyimlediğim, daha sonra üzerine düşünüp, okumaya başladığım okçuluğun bu mânevî yönüyle, ilk attığım okla beraber tanışmış oldum. İlk attığım ok kendimi vurduğum oktu. Bunu derinden, tüm varlığımla, aynen böyle duyumsadım ve bu beni büyüledi.

Okçuluğa yeni başlayan kişinin ok atmadan, yay çekmeden önce yay benzeri ve ismine “kepâze“ denilen bir aleti defalarca ve aylar boyunca çektiği sürece adım attım ve “kepâzekeş” oldum. Bedeni ve kasları yay çekmeye, ok atmaya hazırlayan bu sürecin gerekliliği aşikârdı. Kepâzekeşlik’i deneyimlerken bu sürecin sadece beden için değil, zihin için de bir hazırlık aşaması olduğunu; emek, gayret ve sabır gerektirdiğinin anlaşılmasının da, ahlâkî bir terbiye olduğunu fark ediyordum. Atış yapmadan sadece kepâze çektiğim ilk antrenmanlarda, atış yapan insanları uzun uzun ve dikkatle izledim. Daha önce tanımadığım ve kendileriyle ilgili hiç bir bilgim olmayan bu insanların yaptıkları atışlardan karakterlerindeki farklılıkları, ruh hallerini algıladığımı hissettim. Okun ucunun değdiği tek bir noktada buluşan, bakıldığında hemen hemen aynı teknikle yay çekip ok atıyor gibi görünen bu insanların, kendilerine özgü farklılıklar gösterebilmelerini hayretle izledim. Sanki her atış, karakterlerinde ve ruh hallerinde ağır basan yönlerini işaret ediyordu. Mücadeleci, tedirgin, sâkin, aceleci, gösterişli, neşeli, kendine güvenli, rekâbetçi, görkemli… atışlar gördüm. Aslında herkes kendi benliğiyle ve kendi benliğine ok atıyordu. Ok ve yay kendileriydi. Murat hocamın[1] yay çekerken ve ok atarken, adeta bunları yapmıyormuş gibi rahat; yalın, kendiliğinden ve basit bir şey yapıyormuş gibi doğal bir halde olduğunu gözlemledim.

Bu ilk antrenmanlar sırasında hedefi vuracak oku, henüz yay çekilirken sezebildiğimi fark ettim[2]. Deneyimlerken, bu sezgilerimin farkında olmuyordum. Her antrenmanda bunları yaşıyor ancak, garip bir biçimde, antrenman sonrasında fark ediyordum. Yani, deneyimim sırasında bilinçli bir algılama yoktu.

Kısa bir zaman sonra kepâzekeşlik sürecini takip eden, ok ve yay ile çok yakın mesafeden aynı noktaya atışların yapıldığı torba idmanına geçtim. Bu aşamaya geçtikten sonra, antrenman dışındaki zamanlarda bilinçsizce parmaklarımla mandal yapıyor, yay çekip ok attığımı tasavvur ediyordum. Tüm bunlar içimde büyük bir heyecan ve coşku yaratıyordu. İnsan çocukken öz benliği ile sıkı bir temas içinde oluyor. Yetişkin olunca bu temas bazen tamamen kaybolabiliyor. İşte şimdi, bu yaşta, içsel olarak kendimle uyumundan kuşku duymadığım bir şeyi, çocukken çok iyi bildiğim bir şeyi, tüm saflığı ve berraklığıyla hatırlıyordum.

Antrenmanlara giderken bu zihinsel süreç özellikle yoğunlaşıyordu. “Torbacılık” ımla beraber hocam kıymetli yayını bana emanet etti. Yay, kullanmadığım zamanlarda hep yatağımın başucundaydı. Saygı duyduğum hocam gibi, başımın üstünde yeri vardı. Bana kendi elleriyle yaptığı ilk zihgîrimi de parmağıma taktım ve atış yapmadığım zamanlarda da parmağımdan çıkarmayı hiç istemedim. İlk oklarımı bir yol kardeşimle beraber özenle yelekledim. Ok, yay, zihgîr… Bana anlattıkları ve anlatacakları çok şeyi olan bilge birer dost gibi oldular ve dediler ki;

“Aynı kurduğun ve yastığın yay gibi, her görünenin bir tersinin de olabileceğini unutma.”

“Öfkeni, kibrini, umutsuzluğunu yayının kirişi gibi sükût ile geri çek ve sabırla bekle, okun gibi kendinden uzaklara at.”

 “Yayın kirişi gibi ham ipekten ol ki çekeni üzmeyesin. Dayanıklı ve dirâyetli olduğun kadar naif, zarif ve şefkatli olmanla kıymet bulasın.”

“Okunun temreni gibi keskin akıllı ve çevik, yelekleri gibi şen ve merhametli ol.”

“Kabzan senin hayata tutunuşundur. Onu çok sıkı tutarsan hırsına yenilirsin, gevşek tutarsan yolunu eğriltirsin.

“Zihgîrin senin nikâhındır. Yayının kirişini çektiğinde olduğu gibi, hayatın çilesini de onunla beraber daha kolay çekeceksin. Varlığında rahat ve huzurun olacak, yokluğunda canın acıyacak.”

Yazdığım cümleler, zihnimin derinliklerinden gelerek, okçuluğun anlamını ve kendi benliğimle olan etkileşimini görmemi sağlıyorlardı. Kendime çok yakın olduğunu hissettiğim okçuluğun, anlamı ve bu deneyimlerim üzerine düşünmeye de başladım. Bu deneyim ve hisleri sadece ben mi yaşıyordum? Bunların ne kadarı gerçekti ve genel geçer bir açıklaması olabilir miydi? Benzer ruhsal ve zihinsel durumlarla bağlantılı başka neler vardı?[3]

Okçuluğun anlam dünyası

Çark-ı Felek motifi

Bilim, evreni ve somut dünyayı anlamamızı kolaylaştıran, tekrarlanabilir deneyimleri temel alan, nesnel ve tutarlı bir metoda sahiptir. Bu da açıkladığı gerçekler için mutlak geçerlilik sağlıyor. Ancak açıkladığı gerçeklik, kullandığı dil ve ilgilendiği olguyla sınırlıdır ki; öyle olmasaydı yeni bulgular ışığında ilerleme ve gelişmeye açık yapısıyla sınırsızlığı da barındırmazdı. Şüphesiz, öznel olarak deneyimlenen mânevî ve zihinsel evren, her insanın kendisiyle sınırlı olmasına rağmen, insan çeşitliliği açısından ve kullandığı dil (düşüncenin sözcük ya da herhangi bir anlatım aracıyla ifade edilemeyen içsel boyutu) sebebiyle sınırsızdır. Bu evren, yarattığı anlam dünyasının kişi tarafından algılanması, ifade edilmesi ve yaşanması bakımından sonsuz çeşitlilik içerir.

Okçulukta amaç; gerçekte hedefi kusursuz biçimde vurmak olsaydı, modern spor okçuluğunda teknik gelişimini ileri düzeye taşımış, hedefe tam isabet sağlayabilen yayların ve okların mevcudiyeti yeterli olurdu. Oysa bir savaş sanatı olarak değerini yitirmiş gözüken geleneksel okçuluk formlarının gittikçe artan bir meraklı kitlesi tarafından sürdürülmesi, bunun aksini düşündürmektedir. Geleneksel okçulukta hedefle ilişki kuranın yay ya da ok değil, insanın ta kendisi olması ve buna bağlı olarak insan-silâh ilişkisinin; haz, cesaret, kendini geliştirmek vs. soyut kavramlarla şekillenmesi onu farklı kılıyor. Tam da bu yüzden, bilim ve hattâ inançtan bağımsız olarak, okçuluğun anlam dünyasının varlığı, tüm açıklığıyla karşımıza çıkıyor.

Günümüzde yapılan araştırmalardan elde edilen, beynin yapısı ve çalışmasıyla ilgili bilimsel veriler, zihnimizin kontrolünün pek az bir kısmının elimizde olduğunu gösteriyor.

Bilinçli zihin, beyin aktivitelerinin merkezinde değildir; aksine kıyıda köşede, aktivitelerin ancak fısıltılarını duyabileceği kadar uzak bir konuma yerleşmiş durumdadır.[4]

Kişisel başarı ve amaca ulaşmada “Canlı Zihinsel Resimler” kullanılması, yani tasavvur etmek, birçok başarılı sporcu tarafından kullanılan ve gittikçe daha çok kabul gören bir yöntem haline gelmektedir. Golf oyuncusu Jack Nicklaus, golf sopasını sallamadan önce atışının ulaşmasını istediği yeri hayal eder. Dwight Stones yüksek atlamada başarılı olmak için, atlamadan birkaç dakika önce zihninde 2,38 m. yüksekliğindeki yüksek atlama çıtasını geçtiğini canlandırır.[5] Yine tenis yıldızları, zihinde canlandırma yöntemini başarıya ulaşmada yardımcı bir yöntem olarak; tekniğin iyileştirilmesi, strateji, atletik becerinin geliştirilmesi ve heyecanın yenilmesi gibi birçok amaçla kullanmaktadırlar.[6]

Genel olarak, sporda fiziksel antrenman üzerinde sıklıkla durulurken, bedenin zihnin kontrolünde olduğu gerçeği görmezlikten gelinmektedir. Oysa zihinsel hazırlık ve zihinde canlandırma konsantrasyon ve odaklanma için gerekli olduğu gibi, bilinçaltı canlandırılan resmi gerçek olarak kabul edeceğinden, imajlar bilinçaltını programlayacak ve önce zihni sonra da bedeni kontrol edecektir.

Birçok sporcu fiziksel olarak mükemmel bir şekilde hazırlanmasına rağmen, psikolojik olarak hazır olmadığında yarışmalarda istenilen performansa ulaşamamaktadır. Doğu Tıbbı ve felsefesi, beden ile ruhun ayrı ayrı ele alınamayacağını dile getirir. Mevlânâ Celâleddin-î Rûmî için “aşk” parçanın bütünle buluşabilmesidir.[7]

Tüm bu bilgilerin ışığında denebilir ki, bir tîrendâzın ok atmayla ilgili melekeleri ileri derecede gelişmişse bilincini kullanmasına gerek kalmıyordur. Okçu dış koşulları ve kendini unutarak, bir boşluk ve hiçlik içinde, farkındalığı olmaksızın atış yapıyorsa, ok onunla beraber ve gitmek istediği yerde olacaktır. Okun yayından çıktığı ânı hatırlamayacak ve okun tam da olması gereken yerde olduğunu gördüğünde oku atanın kendisi olduğundan şüphe edecektir.

Geleneksel okçuluğun mânevî ve zihinsel içeriğinin Zen Budizmi ve Tasavvuf gibi öğretilerde de bulunmasına ve bu öğretiler içinde benzer anlamlar oluşturmasına şaşmamak gerek. Bu öğretiler hakkında çok derin bilgim olmamasına rağmen, yazdıklarımı deneyimlemiş ve sezmiş olduklarım bana geleneksel okçuluğun bu yönünün görmezlikten gelinemeyecek ağırlıkta ve değerde olduğunu gösteriyor.

Tasavvufa göre asıl bilginin, tasavvuf bilgisi denilen bilgi olduğu, kardeşlik duygusunu geliştirdiği, toplu olarak bir arada yaşama duygusunu güçlendirdiği, insanları iyilik ve olgunluğa götürdüğü kabul edilir. Dış bilgi elde eden kişinin kendisi için iyilik istediği, tasavvuf bilgisi olan kişinin ise tüm insanlığı düşündüğüne inanılır.[8]

Osmanlılar’da daha Yeniçağ’ın başında, ok meydanlarının kurulmasıyla spor okçuluğunun başladığını görüyoruz. Bu dönemde kemankeşler yalnızca iyi birer atıcı olmakla yetinmezlerdi. Aralarında her türlü rekâbetin üstünde, saygı ve sevgiye dayanan bir dostluk ve kardeşlik havası eserdi.[9] Bu insancıl, bencillikten uzak ve tevâzu içeren davranış ve ahlâk anlayışı, okçuluğun tasavvuf geleneğiyle ilişkili olduğunu düşündürmektedir.

Tasavvufta olduğu gibi Zen öğretisinde de yaşamda ve zihinde aydınlanma, sadeleşme, sezgileri dinlemek, zihni gereksiz düşüncelerden arındırarak berraklaşmak gibi amaçlar vardır. Zen’in Uzakdoğu ülkelerinde gündelik yaşamla yakından ilişkisi olduğu gibi, sanat ile de kaçınılmaz bir ilişkisi hep olagelmiştir. Zen üstâdları aydınlanma deneyimlerini ve tüm varoluşun içindeki aydınlık doğayı uyguladıkları sanatlarda yansıtmayı bilmiş ancak sanatlarında yansıtmak istedikleri içeriği eserin en haricî görünümlerine feda etmekten kaçınmışlardır. Diğer savaş sanatları için olduğu gibi, okçulukta da yaklaşımları budur.

Bu noktada, Eugen Herrigel’in, bir Kyudo[10] üstâdından aldığı yıllarca süren okçuluk eğitimini anlattığı “Zen ve Okçuluk” adlı kitabından birkaç alıntı yapmak istiyorum;

“Okçuluk kişinin en derin, en gizli köşelerine dek kendi kendisiyle hesaplaşmasına yol açar. Belki siz bu durumun farkına varmamışsınızdır.”

“Oklarınız uzağa gitmiyor çünkü düşünceniz uzaklara ulaşmıyor. Hedefin sonsuzlukta durduğunu düşünün.”

Korkarım ki, artık hiçbir şey anlamıyorum. En basit şeyler bile çok karışık. Yayı geren ben miyim, yoksa yayı çeken ve en yüksek gerilimde tutan yayın kendisi mi? Hedefi vuran ben miyim, yoksa hedef mi beni vuruyor? Can gözüyle bakınca O cansız mı, öylesine bakınca O canlı mı, yoksa her ikisi mi, yoksa bunlardan hiç biri mi? Tüm bunlar, ok yay hedef ve ben birbirimize geçmişiz ve bunları artık birbirinden ayıramıyorum. Bunları ayırmak isteği de içimde kalmamış.”

Zen öğretisinde karşıtlar, birbirine dönüşebilir (yin-yang). Dönüşebilme, bitmeyen sonsuz devinimi olanaklı kılar. Profesör Herrigel, okçuluk öğrenirken yaşadığı bu içsel yolculuğu Zen ile ilişkisi bağlamında çok güzel anlatır. Ancak ustasının Herrigel’e başarılı bir atışının ardından söylediği sözler, kültür olarak Zen’e uzak olan bizlere çok tanıdık gelmektedir:

“Şimdi anlıyor musunuz? O’nun attığının ve O’nun vurulduğunun ne demek olduğunu?”

Bu sözlerin, doğru ya da yanlış ”Kemankeşlik Sırrı” na gönderme yaptığı düşünülen Kur’an’ın Enfâl suresinin 17. âyetiyle[11] olan benzerlik şaşırtıcıdır.

Son(suz) Söz

Fotoğrafı çeken: Ezgi Aslan

Zenon paradoksunda[12] olduğu gibi, aslında oklar belirli menzillerdeki hedefleri vurmuyorlar, sonsuzlukta bir noktayla buluşuyorlar. O noktaya varma ve hattâ varamama düşüncesinin kendisi bile başlı başına zihni özgürleştiriyor. Her attığımız okla bir küçük delik açıyoruz hayata. İnsanlara, kendimize oradan yeniden yeniden bakıyoruz. Kalbin, aklın ve beden gücünün sınırsızlığı hemen önümüzde uzanıyor. Attığımız her ok ayna gibi bizi görüyor ve kendimizle yüzleştiriyor; ne eksik ne fazla, sürekli dönüşüyoruz.

Benzer zihinsel ve ruhsal süreci zaman zaman hepimizin yaşadığını, ancak dillendiremediğimizi düşünüyorum. Bu sürecin kelimelere dökülmeksizin sadece içsel olarak yaşanması çok daha kıymetli geliyor bana. Tüm bunları anlatmak, bir yandan itirâf etmek gibi: Duygu ve düşünceleri savunmasız ve yargılanmaya açık, bir yandan da cesur ve içtenlikli kılıyor.

Okçulukta, tâlibin belirli bir beceri gösterip Tekke Sicil Defteri’ne kaydedilmeye hak kazanmasıyla gerçekleştirilen Büyük Kabza Alma Töreni’nde[13], üstâdın onun kulağına fısıldadığı bir sır olduğundan bahsedilir.

Bir sır varsa eğer, benim için bu; okçuluğun bitmeyecek uzun yolu. Sayı doğrusunun ucundaki ok gibi sonsuzluğa işaret ediyor, bu yolun kendisi sır… Öyle de kalacak.


[1] Murat Özveri, hoca, öğretmen, pir, usta, … Bu yazıda “hoca” hitabı kullanıldı.
[2] Nişan almadan sadece hedefe bakıp ok atmanın sezgisel bir boyutu olduğunu düşünüyorum.
[3] Bir yandan antrenmanlarda ok atmayı öğrenirken, bir yandan da okçuluğun tarihsel, kültürel ve teknik yönlerinin anlatıldığı antrenman sonrası seminerleri dinleyerek, bunlara ilaveten toplu yemek sohbetleri ve yaptığım okumalarla bilgileniyordum.  Öte yandan, kendimi zihinsel ve psikolojik bir 0deneyimin içinde buldum. İlk attığım okla başlayan bu içsel yolculuk beni çok etkiledi. Sevgili hocam Murat Özveri’ye bu süreçten bahsettim. Bu yazı onun yüreklendirmesi ve ricası üzerine yazıldı. Aslen okçuluğun bu yönüyle ilgili deneyimimin fazlasıyla kişisel olduğunu, henüz 4 aydır yaşamımda olan okçulukla ilgili bir şeyler yazıp paylaşabilmem için pişmem ve sindirmem gereken zamanı henüz doldurmadığımı düşünüyor, yolun başında biri olarak haddimi aşmak istemiyordum.
[4] David Eagleman, Incognito, Beynin Gizli Hayatı, çeviri: Zeynep Arık Tozar, İstanbul: Domingo Yayıncılık, 2013, s.8
[5] Joe Smith, Track and field Joumal 1990-2
[6] http://www.tennismindgame.com/visualization.html, son güncellenme tarihi:03.02.2014.
[7] http://tr.wikipedia.org/wiki/Yin_ile_Yang, son güncellenme tarihi:03.02.2014.
[8] http://tr.wikipedia.org/wiki/Tasavvuf, son güncellenme tarihi:03.02.2014.
[9] Ünsal Yücel, Türk Okçuluğu, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 1991, s.36
[10] Kyudo (“Yayın Yolu” anlamına gelen sözcük okçuluğun zihinsel, bedensel ve ruhsal gelişime yönelik ve sıkı ritüellerle örülü bir sistem haline dönüşmüş formunu ifâde etmek için kullanılır. Diğer bir çok Japon savaş sanatının son eki olan “-do” (Karate-do, Kendo, Judo, Aikido vs.) “yol, patika” gibi anlamlara gelir ve etimolojik köken olarak, “Taoculuk” inancına ismini veren Çince “Tao” kelimesiyle aynıdır. Tasavvufta takip edilen yolun “târik, târikat” gibi “yol” anlamına gelmesi şaşırtıcı bir benzerlik göstermektedir.
[11] Siz öldürmediniz onları, Allah öldürdü onları. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı. İnananları kendisinden güzel bir imtihanla denemek için yaptı bunu. Allah; işitendir, bilendir. ((Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali, “Enfâl suresi 17. Ayet”, Yeni Boyut yay., İstanbul, 1997, s.166)
[12] Yaydan çıkmış ve ilerleyen bir ok, zaman içindeki her anda belirli bir konumdadır. Eğer an belirli, tek bir nokta ise o anda okun hareket etmeye zamanı yoktur ve durağandır. Bu nedenle okun, gelecek anların hepsinde de durağan, yani hareketsiz şekilde olması gerektir. Böylece ok her zaman durağandır, hareket etmez; hareket imkânsızdır. (Nick Huggett,  “Zeno’s Paradoxes: 3.3 The Arrow”. Stanford Encyclopedia of Philosophy, 2011)
[13] Ünsal Yücel, Türk Okçuluğu, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 1991, s.103