Posted by admin in on 8th 10 2012
Erikli Yaylası Kampı Eylül 2012Yazan: Murat Özveri Çeşitli fırsatlarla, genellikle de gösteri yapmak için yaptığımız şehirlerarası ve konaklamalı yolculuklarda ne kadar iyi zaman geçirdiğimizi fark etmiştik. Bu durum, Malazgirt gibi her şeyin ters gittiği yerlerde bile değişmedi. Çok güzel bir arkadaşlık ortamında, aynı dili konuşan ve değişen şartlara uyum sağlayabilen arkadaşlarla bir araya gelmek için ille de okçuluk gösterisi yapmaya gerek olmadığı gerçeğinden yola çıkarak, bu defa Yalova’ya Erikli yaylasına, 29-30 Eylül 2012 tarihlerinde kamp yapmak üzere gittik. Organizasyon, dağcılık konusunda bayağı bir bilgi birikimi ve tecrübesi olan (bunu sonradan sahada görme fırsatımız da oldu) Özgür Kayabaşı’nın Melih ile el ele vermesiyle yapıldı. İki hafta önceden hedef noktaya giden ikili zaten nasıl bir gezi yapılacağı, ulaşım, beslenme ve barınma ihtiyaçlaırnın nasıl karşılanacağı konusunda etraflıca araştıma yapmışlar ve kafa patlatmışlardı. Cumartesi sabahı Pendik’ten Yalova’ya giden feribota binmek üzere iskelede buluştuk. Sadece Serkan arabayla Yalova’ya kadar gidecek, iskeleden kamp bölgesine ulaşımımız, Özgür’ün Emrah isimli arkadaşının (“yakın dostu” demek lâzım. Çocuk öyle bir destek verdi ki, Özgür’ün kredisini de görmüş olduk) otomobil desteğiyle, grubu bir gel-git ile iki aşamada taşıyarak gerçekleşecekti. Aslında oldukça kompleks sayılabilecek bir organizasyon, herkesin uyumlu hareket etmesi ve -hep söyleyeceğm- Özgür ve Melih’in her an tetik ve enerjik yönetimiyle gerçekleşti. İlk grup Dipsiz Göl denilen bir gölün kenarında geçici kampını kurup çay, ceviz, kuru kayısı yer ve stump shooting yaparken; Serkan ve Emrah diğer grubu almaya gitti. İki grup burada bir araya geldi ve yine arabalarla, bu defa daha kısa bir nakille, gözleme-ayran muhabbeti yapabileceğmiz bir orman tesisibe geldi. Buradaki servisin yavaşlığı, sanıyorum iki günlük aktivitede gerçekten sıkıcı sayılabilecek tek şey oldu. Burada da Berrin’in acayip lezzetli vişneli keki ve İlgün’ün ondan aşağı kalmayan üzümlü kekiyle takviye ederek, gözleme hezimetini kolayca atlattık. Hava kararmadan, ikinci bir nakil gerektiren asıl kamp bölgesine -Erikli Yaylasına- gidip çadırları kurmamız gerekiyordu. Eh, bendeniz de domuz avı hayalleri kurduğumdan, henüz gün ışığı varken iz kesmek istiyordum. Erikli yaylasında, yemyeşil ve engebesiz bir zeminde, sanırım 6 veya 7 çadırdan oluşan kampımızı kurduk. Ferhat ve Gürcan, Özgür liderliğinde kamp ateşi için odun toplamaya giderken, ben Özgür’ün domuz izleri gördüğünü söylediği yere iz kesmeye gittim. Elbette vardı iz, hem de taze taze. Dönerken de elim boş gelmeyip yoldan topladığım bir kucak dolusu odunu kampa getirdim. Sonra, el birlliğiyle, etrafı taşlarla çevrili çok güzel bir ateş yeri hazırladık. Daha hava kararmadan ateşimiz yanmaya başlamıştı. Hava kararmaya başlarken av için Selçuk, Gürcan, Serkan, Murat Pasin bir ekip ve Özgür ile ben ikinci bir ekip oluşturarak izleri gördüğümüz derenin iki kenarında oturduk. Tabii çok yakında olan kampın seslerinden olsa gerek, hiç bir hayvan gelmedi. Gerçi sesler duymadık değil. Ertesi gün de yeni izler gördük. Olasılıkla, oldukça uzattığımız gece muhabbeti sonrasında (ve ertesi sabah 3:30 sularında) kamp sessizleşince hayvanlar su içmeye gelmişlerdi. Biz av fantezisine başlamadan az önce de günün son ışıklarından yararlanarak yüzmeye giden bir diğer ekip oluştu. Levent ağabey, Sinan, Melih, Özgür (hatırlayamadığım başka kimse var mı?), derenin devamındaki bir gölete yüzmeye gittiler. Kamp ateşi başında, kendi yaptığımız uzun şişlere takılmış sucuk, hellim peyniri vs. pişirip yanında domates, zeytin vs. mideye indirdikten sonra, ateş suyuyla ısınan muhabbeti, dediğim gibi sabah kadar sürdürdük. Muhabbetin başında, küçük bir ekip (Ahu, Sinan, Murat Pasin ve ben) gece atışı çalışmaya gittik. Özellikle Ahu ve Sinan için bu ikk deneyim olduğundan, olduça heyecanlı ve zevkli geçtiğini sanıyorum. Sabahın 3:30’una kadar el-ayak çekilmedi. Ekibin bir kısmı 1:00 civarı çadırlarıa çekildiğinde, daha erken gelmelerini beklediğimiz Emrah ve iki arkadaşı peydâ oldular. Bağlama ve mükemmel bir THM repertuarıyla. O zamana kadar enstrümansız söylenegelen şarkı ve türkülere (bazen de Melih’in cep telefonundan çalınıp boynuz Macar borusuyla amplifiye edilen parçalara) bağlama da eklendi. Bir Emrah çaldı, bir Murat Pasin (bu çocukta da yok yok. Bana “herbokolog” diyenler bir de bu çocuğu görsünler!). Benim gibi THM kültürü zayıf bir herif de zevkle oturup dinledi, bazı yerlerde (kart sesimin duyulamayacağı kadar çok kişi söylerken) araya karışıp eşlik ble etti. Pazar günü, planladığımızdan daha geç kalktık. Ben sabahın ilk ışıklarıyla izlere bakacaktım sözde, ama 9:30’a doğru uyanabildim. Özgür’ün çadırında kaldım (Melih’e teşekkürler. İkisi ortak almışlar çadırı, daha yeni hem de; galiba onlar kalmayı düşünüyorlardı) ve inanılmaz rahat ve deliksiz bir uyku çektim. Günün ilk yarısında, daha önce planlandığı üzere Özgür bize temel dağcılık teknikleri gösterecekti. Bunun için bir ağaç ayarlamış, bir ip asmış. Bu ip üzerinde bize Prussik düğümü başta olmak üzere bir çok temel düğüm gösterdi (çift balıkçı düğümü filan), acil durumlarda iple tırmanış ve iniş tekniklerini anlattı, “İsveç oturağı” denilen bir tür salıncak nasıl yapılır ve Prsussik düğümleriyle kombine edilerek bu amaçla nasıl kullanılır, onları gösterdi. Vallahi, benim çok ilgimi çekti, ama böyle ayak üstü öğrenilemeyecek kadar sofistike olduğunu gördüm. Yakın gelecekte kesinlikle bunları öğrenmek için zaman ve çaba harcayacağım. Melih meraklı tazesi, İsveç oturağını yapıp maymun gibi ağaca tırmandı. Sanırım bir kaç kişi daha bu “workshop”ta takılıp denediler. Bu arada ben bir kaç kişiyle azıcık daha stump shooting yaptım. Öğleden sonraki program, iki hafta önce özgür ve Melih’in bir gün önce de küçük bir grubun yüzmeye gittiği gölete gitmekti. Bu gölet, bahsi geçen ve suyumuzu temin ettiğmiz kaynağın hemen yanında akan derenin ilerilerinde, muazzam güzellikteki iki çağlayandan birinin altındaydı. Biraz tehlikeli bir iniş gerektiriyordu, ama bu Selçuk, Levent baba ve sonrasında Serkan ve Melih’in aşağıya inp yüzmesini engellemedi. Ben şelâlenin güzelliğini biraz seyrettikten sonra, Murat Pasin ile geliş yolunda Özgür’ün aklımıza soktuğu alabalıkları okla vururuz ümidiyle dere boyundan geri yürüdük. Yolda Sinan da bize katıldı. Bir kaç ok da attık balıklara. Buradan, ormana doğru devam edip, yanımızda Sinan olduğu halde stump shooting yaptık. Ha bu arada, bu Sinan denilen çocuk 62 lbs yayla atış yapıyor! İster inanın, ister inanmayın! Anası babası neyle besliyor bu herifi, anlamadım! Sonra kampta buluştuk. Yemek yedik (hattâ yanımızdaki azığı tüketmek için, çekirge sürüsü gibi yedik. Sevgili Berrin’in getirdiği ve pişirme nezâketi gösterdiği Türk kahvelerini içtik. Kâh ok attık, kâh av bumeranglarımzı ve savaş sopalarımızla oynadık. Saat 16:00 gibi kamptan ayırlmamız gerekiyordu ve küçük bir gecikmeyle dönüş hareketine başladık. Grup yine peyderpey nakledileceği için acele etmemiz gerekiyordu. Melih ve Özgür ferinota kılpayı yetişti. Hattâ terminalden gemiye üçümüz koşarak son bir heyecan yaşadık. Ferhat ve Gürcan, bir dalgınlık sonucu bir sonraki feribota bilet almış olduklarından, 1 saat sonraki seferle döndüler. Dönüş yolunda da sohbet devam etti. Yeni projelerden, trekkingten, avdan söz ettik. Uzun sözün kısası; Onbeş kişilik bir ekiple, zamanı kullanma bakımından planın biraz gerisinde kaldığımız, ama tam bir tatil hâlet-i ruhiyyes ile geçirdiğimiz güzel bir haftasonu oldu. Kendim ve bütün kamp ekibi adına, organizasyonu çok iyi kotarıp yöneten Özgür ve Melih’e, dolmuş şoförü gibi 30 km yolu defalarca gidip gelen Serkan’a, gıyaplarında Emrah ve arkadaşlarına (biri kuzeniydi) içtenlikle teşekkür ederim. Berrin’cm! Selçuk, Melih ve beni yıldan toplayıp Pendik’e getirdiğin ve geri bıraktığın için, kahveler ve kek için şahsım adına teşekkür ederim. Etkinliğin fotoğraf albümüne aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: |