Türk Geleneksel Okçuluğu – Bölüm 1




Türk Geleneksel Okçuluğu

Bölüm 1: Tarihçesi, Disiplinleri, Kurumları, Mistik Yönleri

Yazan: Dr. Murat Özveri 

Çeviri: Adnan Akgün

 

Türk geleneksel okçuluğunun kökenleri M.Ö. 1. binyıla, İskit, Hun ve diğer erken Asya okçuluk geleneklerine dayanmaktadır. Tarih boyunca Orta Asyanın atlı okçuları, benzer okçuluk donanımları ve savaş stratejileri kullanmışlardır. Bununla beraber göçebe yaşam tarzı, kabile ve uluslar arasında açık seçik, belirgin ayrımlar yapılmasına olanak vermemektedir. Aynı coğrafyada yaşayan bu uluslar birçok değeri paylaşmışlar, birbirlerinin dinleri, dilleri, gelenekleri ve hiç şüphesiz ki genetik kodlarını üzerine etkili olmuşlardır. Tarihçiler Orta Asya’nın bu karmaşık etnik havuzunda, yollarını farklı dilbilimsel izleri sürerek bulmaya çalışmaktadırlar. Ne var ki, bu da güvenilir bir yöntem değildir. Burada sosyal yaşamdan dini inançlara, barınma tarzından sanata, avlanmadan savaşmaya kadar, bütün bu kavimlerce paylaşılan ortak bir kültür sözkonusudur. Asırlar boyu sayısız medeniyet gelmiş geçmiş ve geriye bu ortak kültür ve onun okçuluk ekolünü bırakmışlardır.

 

Tarihin çeşitli politik odaklar tarafından çıkarları doğrultusunda kullanıldığı (veya istismar edildiği) ve bazen tarihçilerin gerçekleri saptırdığı yadsınamaz. Etnik devamlılık tartışılabilir olmakla beraber, bu Asya okçuluk geleneği Avarlara, Macarlara, Moğollara, Selçuklu ve Osmanlı Türklerine, okçuluk donanımı gittikçe gelişerek aktarılmıştır.

 

Resmi tarihin söylediğine bakacak olursak, “Türk” kelimesi ilk olarak 6. yüzyılda, Çin kaynaklarında, bir Türk ulusu olan Göktürkler’den bahsederken kullanılmıştır. Günümüzde Orta Asya kültürüne mensup, Türklerle yakınlığı bulunan kabile veya unsurları tarif etmek için “Türkî”ç.n. kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Türk okçuluğunun izlerini Göktürkler’e kadar sürmek kolay olmamasına karşın, Osmanlı okçuluğu oldukça iyi belgelenmiştir. Ulaşılan yüksek seviye, özellikle de menzil okçuluğunda ulaşılan nokta, Türk okçuluğunun Batı dünyasında bilinmesinin ve ona hayranlık duyulmasının sebebidir.

 

Türk geleneksel okçuluğu üç zaman aralığında incelenebilir:

 

1-     İslam öncesi Türk ve Türkî kabilelerde okçuluk

2-     Erken İslam döneminde Türk okçuluğu

3-     İslami dönemde Türk okçuluğu

 

İslâm Öncesi Türk ve Türkî Kavimlerde Okçuluk

 

İslam öncesi Türk okçuluğunun pek iyi belgelenmemiş olmasına rağmen, eski SSCB bilimadamları tarafından yapılmış arkeolojik kazılar birçok karanlık noktaya ışık tutmuştur. Diğer bilgi kaynakları eski resimler, kabartma ve heykellerdir.

Gumilöv[1] ‘e göre Ermitaj Müze ’sindeki heykeller koleksiyonu, Türk atlı okçusunu tipik bir tasviridir. Atların kuyruklarının düğümlenmiş olması, Osmanlılara kadar ulaşmış bir gelenektir. Bu figürlerin giyim ve kuşamları ile eyerlerinin tarzları, at üstünde yay ve ok kullanımına işaret etmektedir.

Türk okçuluğunun erken İslam dönemi hakkında, yarı Müslümanlaşmış Türklerin okçuluk becerilerini oldukça iyi anlatan  9. yüzyıl Arapça metinleri mevcuttur[2]. Atlı okçuların, özellikle hareketli hedefleri at üzerinden vurma kabiliyetleri ayrıntıları ile aktarılmıştır.

 

Bu döneme ilişkin en önemli kaynak ise “Dede Korkut Kitabı” dır. Bazen “Türk İlyadası” olarak da anılan bu kitap, destansı hikayeler içermekte, 12. yüzyılda yazılmış olduğu tahmin edilmekle beraber kökleri büyük olasılıkla yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Metnin dil karakteri haricinde, hikayelerde tasvir edilen sosyal yaşam ve inançlar, yerleşmiş bir İslamî yaşam tarzından çok bir geçiş dönemine işaret etmektedir. Bir çok uzman, İslamî öğelerin hikayelere sonradan eklendiği konusunda hemfikirdir.

 

Ok ve yayın göçebe Türklerin yaşamında ne kadar önemli bir yeri olduğunu Dede Korkut Kitabı’ nda görmek mümkündür. Ok ve yayın şamanist-törensel kullanımına ilişkin bir örnek olması bakımından, damadın zifaf gecesi çadırını (yurt) attığı bir okun düştüğü yere kurması oldukça dikkate değerdir.

 

Okçuluğun spor ve eğlence amacıyla yapıldığına işaret eden unsurlara rastlamak bile mümkündür. Bir düğünde, damat ve arkadaşlarının damadın yüzüğünü vurmaya çalışarak aralarında yarışmaları buna örnektir.

 

Değinilmesi gereken bir başka önemli nokta ise, Marco Polo’ nun seyahat notlarında[3] da bahsedilen, İslam öncesi göçebe yaşamda kadın savaşçıların önemidir. Bu gerçek, Dede Korkut Kitabı’ nda da belirtilmektedir: Bamsı Beyrek destanında Bamsı Beyrek, evleneceği kadında aradığı özellikleri sıralarken birçok savaş becerisinin yanında aynı anda iki yayı çekebiliyor olması gerektiğini dile getirmektedir. Hikayelerdeki kahramanların güçlerini takdir etmek ve onları onurlandırmak için birçok kez çekiş kuvveti yüksek yaylarına atıflarda bulunulmaktadır.

 

Erken İslâm Döneminde Türk Okçuluğu

 

İslam’ın Türklerce kabulü İslam-Arap orduları ile kuzey komşuları Türklerin “Maveraünnehir” isimli bölgede 300 yıl boyunca ticari, sosyal ve kültürel ilişkiler içine girmeleri ile gerçekleşmiştir. Bu karşılıklı etkileşim, Türklerin dinleriyle birlikte alfabelerini değiştirmeleri ile sonuçlanmıştır[4]. Türkler yeni dinlerinin, kendi yaşam tarzlarında büyük yeri olan okçuluğa verdiği önemi farketmiş ve takdir etmiş olmalıdır. Kuran’daki bir ayetin yanısıra, insanları okçuluğa teşvik eden 40 adet Hadis vardır[5].

 

Selçuklular Anadolu’nun kapılarını Türklere açmışlardır. Bunu sağlayan, Selçuklu atlı okçularının becerileri olmuştur. Dönemin tarihçileri onları çok etkili, sürekli yer değiştiren ve uzun menzilli silahları olan birlikler olarak tarif etmişlerdir. Selçuklular, düşmanla temas halinde olmaktan, yakın dövüşe girmekten kaçınmışlardır. Onlar, atlı okçuluk becerisine dayanan, şimşek hızıyla yapılan “vur-kaç” stratejilerini tercih etmişlerdir. Görece kısa, uçbükümlü ve dışabükümlü yaylarının at üstünde daha rahat kullanılabilmesinin kazandırdığı avantaj ile bu savaşçılar büyük esneklik ve hareket kabiliyeti kazanmışlardır.

image001

Resim 1: Sultan Rukneddin (Kılıçarslan IV) döneminden bir başka belge, resimde görülen sikkedir. Sultan’ın biri Türkçe ve diğeri “İslamî” iki ismine dikkat edin: geçiş dönemine ilişkin bir başka işaret. Burada kısa, uçbükümlü bir yay ve kirişi çeken elde fazladan iki ok görmekteyiz. Eldeki bu yedek oklar, Selçuklu okçularının başparmak çekişini kullandıklarına dair kuvvetli bir delildir.  

 

Her savaşçının tirkeşinde, sadağında ve hatta çizmelerinde 100 kadar ok taşıdığı bildirilmiştir.  Bunun sonuçları I. Haçlı seferinde açıkça görülmüştür: Şövalyeler Selçukluların kesintisiz 3 saat süren ok yağmuruna maruz kalmışlardır[6].

 

İslâmî Dönem Türk Okçuluğu: Osmanlılarda Okçuluk

 

Türk okçuluğunun en iyi belgelenmiş dönemi ise Osmanlı Okçuluğudur. Bu imparatorluk, önemsiz bir uç beyi olan Osman Bey tarafından 1299’da kurulmuş, sonradan Doğu Roma imparatorluğunu yıkmış ve üç kıtada hüküm sürmüştür.

 

Osmanlılar’da okçuluk çeşitli disiplinlerle ve kurumsal bir altyapı ile yapılmıştır. Bu kurumsallaşma, 15. yüzyılın başından itibaren kurulan okmeydanları ve okçuluğun spor olarak öğretilip uygulandığı “Atıcılar tekkesi” ile karakterizedir.  Tekkeler, tarihteki ilk sportif  okçuluk kurumlarıdır ve ortaya çıkışları, Batılı kaynakların spor okçuluğunun başlangıcı olduğunu ileri sürdükleri VIII. Henry döneminden ve bu dönemde kralın emriyle kurulan “The Guild of Saint George”’ adlı okçuluk klübünden yüz yıl öncedir.

 

İlk Okmeydanı imparatorluğun ikinci başkenti olan Edirne’de kurulmuştur. Onu bir çok başka Okmeydanı takip etmiştir. En ünlüleri İstanbul’un fethinden hemen sonra bizzat Sultan II. Mehmet tarafından kurdurulan İstanbul Okmeydanı’dır. Sultan araziyi değerinin iki katı paraya sahiplerinden satın almıştır. Araziyi okçulara tahsis eden sultan, “tekye-i rumât”’ ı (atıcılar tekkesi)  kurmalarını sağlamıştır. Bu okçuluk tesisinin masrafları vakıflar tarafından karşılanmıştır. Tekke kutsal bir mekan olarak kabul edilmiş ve kanunla korunmuştur.

 

Tekkelerde, ateşli silahlar savaş meydanında ağırlık kazanmadan çok önce sistemli sportif okçuluk eğitimi verildiğini belirtmekte yarar vardır. Yani Osmanlı’da spor okçuluğu, ok ve yayın savaş alanlarından silinmesi ile ortaya çıkmamıştır. Savaşla daha az ilgili bir disiplin olan menzil okçuluğu her zaman yaygın olmuştur, bununla beraber, 17. yüzyılda ateşli silahların gelişimi ile daha yaygın hale gelmiştir.

 

Okçuluk disiplinleri arasında en önde gelenleri hedef ve menzil okçuluğudur. Hedef okçuluğunu üç alt bölüme ayırmak mümkündür: puta, darp ve atlı okçuluk.

 

165 ila 250 metre mesafeden “puta” denilen özel deri hedeflere ok atmaya puta atışı denirdi. Puta, içi pamuk tohumu ve talaş doldurulmuş armut şeklindeki yassı, deri yastıklardı. Yüzeyinde hedef vazifesi gören renkli işaretler ve eteklerinde okun putaya çarpmasıyla ses çıkaran küçük ziller olurdu. İstanbul’daki Askeri Müze’de sergilenen bir putanın ölçüleri 107 cm X 77 cm’dir. 

 

Bu büyüklük, aşağı yukarı diz çökmüş bir insanınki kadardır. Söz konusu hedef uzaklığı da, okçunun yaklaşan düşmana ok atmaya başlayabileceği en uygun mesafeydi. Bazen aynı amaçla “puta sepeti” olarak adlandırılan büyük sepetler kullanılırdı. Daha kısa mesafeler için nispeten küçük olan “el putaları” kullanılırdı.

  

image020 

Resim 2:  Sultan I. Selim (1512-1520) “ayna” olarak da bilinen el putasına atış yaparken (Hünernâme, Topkapı Sarayı Müzesi 16. yüzyıl Kütüphanesi).

 

Hedef okçuluğunun bir başka çeşidine “darb” denirdi ve sert nesneleri delmeye yönelik bir disiplindi. Bu, düşmanın zırhını delme becerisi kazanmayı amaçlayan, savaşla ilgili bir pratikti. Bileşik (kompozit) yayın zırh delici özelliği her zaman tartışma konusu olmuştur. Özellikle de Ortaçağ’ın son dönemlerinde ve Yeniçağ’ın başlangıcında yaygın olan plaka zırhlar söz konusu olduğunda. Avrupa merkezcil tarih yazıcılığı, her zaman İngiliz Uzun Yayının Yüzyıl Savaşları’ndaki askerî başarısının altını çizme eğilimindedir. Şu ya da bu şekilde, bileşik yaylı bozkır medeniyetlerinin askerî başarıları görmezden gelinmiş, yenilgileri ise abartılarak aktarılmıştır.

 

Ancak bileşik yayın zırh delici özelliğinin yetersiz olduğu bir hurafeden ibarettir. Bu gerçek ilkin Romalılar ve Sasaniler tarafından farkedilmiştir. Hunlar 5. yüzyılda bu iki imparatorluğu işgal ettiğinde Persler ve Romalılar ordularının her ikisinde de plaka zırh kuşanan ağır suvariler vardı (clibanarius ve cataphractos). Hatta Romalı piyadelerin kişisel koruma olarak iki kat zincir zırh kuşanırlar ve ağır meşe kalkanları taşırlardı. Her iki devletin orduları da Hunların zırhlarını delmekte zorlanmadıklarını gördüler. Bu, Hunların uçbükümlü kompozit yayları sayesinde olmuştur[7]. Ve en mükemmel Asya bileşik yayının, yani Türk yayının gücüne belki de en iyi Habsburg’lar tam anlamıyla tanıklık etmiştir. Feld Mareşal Monteccucoli’nin anılarında; Kont Marsigli’ nin de 1682 ‘deki Osmanlı ordusu hakkındaki detaylı raporunda, Habsburg Ordusu Osmanlı Okçularına karşı dikkatli olmaları gerektiği konusunda uyarılmıştır, çünkü Türk okları Avusturya Curiassiers’lerinin plaka zırhlarını kolayca delebilmekteydiler[8]. 

image004image003
Resim 3a, 3b: Hedef  işaretleri ve eteğindeki zillerle tipik bir deri puta (solda). Daha küçük, taşınabilir, çok güzel oymalarla süslenmiş ahşap zemin üzerine metal bir hedef. Muhtemelen bir darb hedefi. (sağda) (Askeri Müze, İstanbul).

 image005image007

 

 

Resim 4a, 4b: İstanbul’daki Askeri Müze’de sergilenen darp hedeflerine örnekler (Fotoğraf: Z. Metin Ataş).

 

At üstünden hedef okçuluğu da bir başka önemli disiplindi. Atlı okçuluk 14. ve 17. yüzyıllar arasında çok yaygın olmuştur. Bu dönemde en yaygın atlı okçuluk uygulaması “kabak oyunu” olmuştur. Sırf bu oyuna ayrılmış alanlar (Kabak Meydanı) bile tahsis edilmiştir.

 

“Kabak” bir sebzenin adı olmasına rağmen, bardak, top vb. gibi bir çok başka nesne hedef olarak kullanılmıştır. Hedef, okçunun atını dörtnala üzerine sürdüğü yüksek bir sütunun tepesine yerleştirilirdi. Okçu, sütunun yanından hızla geçer, sonra da at üstünde dönüp hedefi vururdu. Kabak oyunu sadece savaşla ilgili bir alıştırma değildi, aynı zamanda okçuluk ve binicilik becerilerinin sergilendiği bir gösteriydi.

 

image008 

Resim 5: Bu minyatürde II. Murad, yabancı elçilerin önünde Kabak oyununu oynarken resmedilmiştir (Hünernâme, 16. yüzyıl., Topkapı Sarayı Müzesi).

 

Osmanlı okçuluğunun diğer ana disiplini, Batı dünyasının Türk okçuluğu ile ilgilenmesinin de sebebi olan menzil okçuluğudur. Menzil okçuluğu bir savaş alıştırması olmaktan hayli uzak ve kelimenin tam manasıyla spor amaçlıdır. Kanaatimce Türk okçuluğunun Batı dünyasının ilgisini çekmesine üç olay sebep olmuştur.

 

1795 te, İngiltere’nin Türk konsolosu Mahmud Efendi Toxophilite Derneği’nin misafiri olarak bulunduğu bir ortamda üç tane menzil atışı yapmıştır. Mesafeler dikkatle ölçülmüş ve en uzununun 440 m civarı olduğu tespit edilmiştir. Bu mesafe bir İngiliz Uzun Yayı ile ulaşılmış en uzun mesafeden ortalama 100 m daha fazla olduğundan, büyük şaşkınlığa yol açmıştır. Bunun yanısıra, Mahmud Efendi kendisinin antrenmansız, yayının timarsız ve kendisinin de aslında bir amatör olduğunu söylemiştir[9]. Makalenin ilerleyen kısımlarında da görüleceği gibi, aslında yalan da söylememiştir.  

 

İkinci olarak 19. yüzyılda Mustafa Kâni Efendi tarafından yazılan Telhis-i Resail-ü’r Rumât’ın dilbilimsel incelemesi Joachim Hein tarafından kaleme alınmıştır. Dr. Paul E. Klopsteg ünlü “Türk Okçuluğu ve Bileşik Yay” isimli kitabını yazarken bu eserden yararlanmıştır. İyi bir okçu ve titiz bir bilim adamı olan Klopsteg’in, Hein’ın çalışmasındaki okçuluk ile ilgili bazı teknik yanlışlıkları düzelttiği de söylenmektedir. Sonuç olarak Dr. Klopsteg’in kitabı, Batı dünyasını gözlerini Osmanlı okçuluğuna çevirmiştir.

 

Telhis-i Resail-ü’r Rumât, kendisi de mükemmel bir okçu olan Sultan II. Mahmud’un emriyle, sultanın Kahvecibaşı’sı olan Mustafa Kâni Efendi’ye yazdırılmıştır. Kitap sultana el yazması olarak sunulmuş ve birkaç yıl sonra 1847 de İstanbul’da bastırılmıştır. Kitap okçuluk, yay ve ok yapımı hakkında ayrıntılı bilgi ve hatta çizimlerden içermektedir.

 

Türk okçuluğunu diğer tarz ve geleneklerden ayıran özellikleri 7 ana başlıkta toplayabiliriz: 

 

1- Dünyanın bilinen ilk spor ve eğlence amaçlı okçuluğu. 15. yüzyılın başlarında birçok Okmeydanı kurulmuştur.

 

İlk Okmeydanları 15. yüzyılın başlarında Edirne ve Bursa’ da kurulmuştur. İstanbul Okmeydanı, fetihten hemen sonra  1453’ te bizzat Fatih Sultan Mehmet tarafından kurdurulmuştur.

 

image009

 

Resim 6: Carl Gustav Löwenhielm, 1820’lerin başlarında İstanbul’ da elçi olarak bulunmuştur. Görülen resim Löwenhielm’in yaptığı Atıcılar Tekkesi tablosudur.

 

2- “Tekke” adı verilen kurumlarda sistemli olarak okçuluk eğitimi verilmiştir. Taliplerin eğitime kabulü ve icazet almaları, belli törenler ile gerçekleştirilirdi.

 

“Tekke”nin sözlük karşılığı, dervişlerin tasavvufî esaslara göre eğitildiği ve yaşadığı yerdir. Başka bir karşılığı ise güreş ve okçuluk gibi sporların öğretildiği ve icra edildiği mekan/kurumdur. Tekkeler, günümüz spor kulüplerine pek çok bakımdan benzemektedir.

 

 

 

 

 

image010 

Resim 7: Burada resmedilen tekke, Halim Baki Kunter tarafından eski belgelerdeki tariflere dayanarak 1938’de hazırlattırılmıştır (Eski Türk Sporları Üzerine Araştırmalar, 1938). Kunter Cumhuriyet döneminin en önemli okçuluk araştırmacılarından biridir. Geçen yıl başlayan arkeolojik kazılar sonucunda tuvaletler haricinde, resimdeki tüm yapıların temelleri bulunmuştur. Bulgular Kunter’ in çalışmasını doğrulamaktadır.

 

Temel okçuluk eğitiminin başlangıcı ve sonu törenlerle kutlanırdı. Çıraklığa kabul törenine “Küçük Kabza Alma”, mezuniyet veya icazet törenine ise “Büyük Kabza Alma” töreni denirdi[10].

 

Ancak bir pişrev okunu [11] 900 geze (594 m) veya bir azmayiş okunu[12] 800 geze (528 m) attıktan sonra bir öğrencinin yetkinliği kabul edilebilirdi. Bahsi geçen atışa, ikisi okçunun yanında ikisi de okun düştüğü yerde olmak üzere en az dört kişinin tanıklık etmesi gerekirdi. Ardından okçunun adı tekkenin kayıt defterine yazılır ve yetkinliği tescil edilmiş olurdu. “İcazetname” olarak ayrı bir belge düzenlenmezdi. İki cilt olduğu bilinen bu defterlerden biri günümüze kadar gelebilmiştir.

 

Büyük Kabza Alma töreni “usta” nın çiçeği burnunda kemankeşin[13] eline bir yay (kabza) vermesi şeklinde cereyan eder, bu törenle okçuluk bilgisi ve geleneğinin nesilden nesile aktarılması sembolize edilirdi.

 

3- Eğitimin ahlakî ve gizemci (mistik) yönleri vardı.

 

Okmeydanı ve tekke kutsal mekanlar olarak kabul edilir ve büyük saygı görürlerdi. Okmeydanına, sanki tapınakmış gibi abdest alınıp girilirdi. Kesin hatlarla sosyal katman ve sınıflara ayrılmış Osmanlı İmparatorluğunda, Okmeydanı’ndaki tüm okçular bir tapınaktaymışcasına eşit muamele görürlerdi. Vezir hatta sultanlar dahi müsabakalarda eşit koşullarda yarışır, aynı kurallara tabi olurlardı.

 

Eğitimin ve uygulamanın gizemci yönlerine bir başka örnek, menzil atıcılarının atışı yaparken “Ya Hakk!” diye bağırmalarıdır. Bu, Japon Dövüş Sanatlarındaki “kiai”e benzerlikler göstermektedir ve ikisinin kullanım amaçlarının aynı olduğuna inanmak akla yatkındır.

 

Okçuluğun gizemci yanına bir başka örnek, yay morfolojisinde rastlanan ilginç simgeciliktir (sembolizmdir). Yayın üst kolu iyiliği ve kutsallığı (ulvîliği), alt kolu bayağılığı ve kötülüğü (suflîliği) temsil etmektedir. Evren ve insan doğasındaki bu iki zıt eğilimi kabzanın birleştirdiği kabul edilirdi. Kabzanın ortasına fildişi veya kemikten bir parça (çelik) yerleştirilir ve bu parça, evrenin ve tüm varlıkların ortak özünü, sufî bir terim ile söylersek “vahdet-i vücûd” u temsil ederdi.

 

Kabzanın simgesel anlamı, yayı bir tören eşyası haline de getirmektedir. Öyle ki, “Büyük Kabza Alma Töreni”nde, okçuluk bilgi ve birikiminin sonraki nesillere aktarılması, ustanın öğrencisinin eline bir yay vermesi ile sembolize edilirdi. “Kabza” ya duyulan bu saygı sebebiyle, atıcılar günlük antrenmanlarına başlarken ve bitirirken yaylarının kabzalarını öpüp başlarına koyarlardı.

 

4- Türkler Orta Asya ekolünün en mükemmel yayını geliştirmişlerdir.

 

Osmanlı yayları Orta Asya kökenli diğer yaylar gibi uçbükümlü (recurve) ve dışabükümlü (refleks) yaylardır. Ahşap (çoğunlukla akçaağaç), sinir, boynuz ve tutkaldan oluşan bu yay akrabaları arasında en kısa olanı olup, 41-44 inch arasında bir uzunluğa sahiptir. Türk yayları uzunluk bakımından ancak Kore yayı ile karşılaştırılabilir. Verimliliği ağır oklarda da hafif oklarda da yüksektir[14]. Bu da Osmanlı menzil yayına, bilinen en uzun menzili sağlamaktadır. Böyle bir yay yapmak büyük ustalık ve sabır ister. Organik malzemelerin kuruması uzun zaman aldığından bir yayı yapmak 1 ila 3 yıl sürmektedir.

 

 

image011

 

Resim 8: Türk yayının kesiti ve kısımları (Doç. Dr. Mustafa Kaçar’ ın katkılarıyla).

 

5- Menzil okçuluğu gibi, tamamiyle sportif amaçlı disiplinler vardı ve ateşli silahlar ön plana çıkmadan çok önceleri uygulanıyordu. Bu durum, yayla oku spor donanımı haline getirmişti.

 

Okmeydanı ve tekke gibi sivil okçuluk kurumları 15. yüzyılın başlarında kurulmuşlardı. Tekke, antrenman tesislerinin haricinde yatakhane, yemekhane, kütüphane ve toplantı odası gibi başka olanaklar da sunmaktaydı. Bu tür hizmetler tekkeyi modern bir spor kulübü kimliğine yaklaştırmaktadır. Savaşla daha az ilgili olan menzil okçuluğu, yay ve okun savaş meydanlarında kullanımını sürdürdüğü dönemlerde de popüler bir disiplin olmuştur.

 

“Kemankeş” olmuş, yani icazet almış ve artık rekor atışlar yapmak için çalışan atıcıların, günümüzün seçkin atletleri gibi sıkı ve düzenli antenman yaptıkları bilinmektedir. En iyi performans gösterenlerine saray tarafından finansal destek sağlandığı da yazılı kaynaklarla günümüze ulaşan başka bir bilgidir.

 

6- Menzil okçuluğunda 800 m’nin üzerinde mesafelere ulaşılmıştır.

 

Menzil atışları çok iyi belgelenmiştir. İslamî kurallara göre rekor bir atış, ancak o atışa dört kişi tanıklık ederse geçerliydi. Her atış doğrultusu veya “menzil”, biri okçunun atış yaptığı noktaya dikilmiş “ayak taşı” ve diğeri atış doğrultusunun belirleyen “menzil ana taşı” olmak üzere iki taş ile belirlenirdi. Her menzil denemesinde, Okmeydanı’nın kadrolu çalışanı olan tanıklar hazır bulunmak zorundaydı. Ulaşılan mesafeler “Tekke Sicil Defteri”ne yazılmakla kalmayıp, atışın tescili ve anısına taş dikilirdi.

  • Tozkoparan Iskender 1281 gez(845,79 m)
  • Mîr-i Alem Ahmed Ağa1271,5 gez(839,18 m)
  • Bursalı Şûca1243,5 gez(820,71 m)
  • Tozkoparan Iskender1279 gez(844,14 m)
  • Parpol Hüseyin Efendi 1207 gez (796,62 m)
  • Çullu Ferruh1223 gez(807,18 m)
  • Lenduha Cafer1209,5 gez(798,27 m)
  • Sultan II. Mahmud 1228 gez(810,48 m), 1225 gez(808,5 m), 1219 gez (804,54 m)

Türk kemankeşleri tarafından kaydedilen 800 m’nin üzerindeki atışların bazıları.

 

 

7- Kırılan rekorların anısına, her biri birer belge ve sanat eseri niteliğinde olan hâtıra taşları dikilmiştir.

 

Bu taşlara menzil taşı denirdi. Menzil taşlarının hemen hepsinde okçunun adı, erişilen mesafe ve rekor atışın yapıldığı tarihin yazılı olduğu manzum bir metin olurdu. Tarih özel bir yöntemle, “ebced[15] kullanılarak kaydedilirdi. Bu nedenle bu metinler Türk hat sanatı ve edebiyatının da eşsiz örnekleriydi.

 

image012 

Resim 9:  Sultan II. Mahmud’ a ait bir nişan taşı. Fotoğraf 19. yüzyılda çekilmiştir (Prof. Dr. Atilla Bir ve Doç. Dr. Mustafa Kaçar’ın katkılarıyla).

 

image013 

Resim 10: Resimdeki Beşir Ağa’ nın 630 m lik atışı anısına dikilmiş olan menzil taşıdır. Bu resmi daha da önemli kılan sağdaki kişinin Dr. Paul Ernest Klopsteg olmasıdır. 1930’daki İstanbul ziyareti esnasında çekilmiştir (Prof. Dr. Atilla Bir ve Doç. Dr. Mustafa Kaçar’ ın katkılarıyla).

image014 

Resim 11: Bu taş “Tozkoparan” İskender’ in muhteşem rekorunun menzil taşıdır. Mesafe 845,5 m dir ve yıl 1550 dir. (Şinasi Acar’ ın katkılarıyla).

 

Maalesef Türk okçuluğu geleneği kesintiye uğramıştır. Bu kesintinin sebeplerini, Osmanlı İmparatorluğunu son 200 yıl içerisinde yaşadığı sosyal, kültürel ve mali gerilemenin başlattığı süreçte aramak lazımdır.   

 

İmparatorluk 1914’te I. Dünya savaşına girdi ve yüzyıllar boyu sınırları na tecavüz edilmesi Sultan tarafından yasaklanan Okmeydanı, ordu tarafından bir askerî karargâha çevirdi. 1925’de her türlü tasavvufî etkinlik kanunen yasaklandı. Spor kulübü niteliğinde olanları da dahil olmak üzere tüm tekkeler kapatıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün emriyle, kemankeş ailelerinden gelen bir kaç kişiyle Türk okçuluğunu yeniden canlandırma girişiminde bulunuldu. Cumhuriyet döneminin ilk okçuluk kulübü Okspor 1937’de kuruldu, ancak Atatürk’ün ölümünden sadece bir yıl sonra, 1939’da kapandı.

 

FITA kuralları ve modern (olimpik) donanıma dayanan modern Türk okçuluğu 1950’lerde kurulmuştur. Bu okçuluk ekolü varlığını günümüze kadar sürdürmüştür.

 

 

image015

 

Resim 12: Okspor’ un kurucularını gösteren ender resimlerden biri. İlginç bir nokta, bu resmin hızla modernleşen Türkiye’ nin geçiş dönemine işaret etmesidir. Geleneksel Türk okçuluk donanımı ve Batılı kıyafetlere dikkat ediniz. (H.B. Kunter, Eski Türk Sporları, 1938).

 

Geçtiğimiz yıllarda geleneksel okçuluğumuz tekrar nefes almaya başlamıştır. Türk okçuluğunun tekrar doğuşu birkaç kişinin kişisel girişimleriyle başlamıştır. Eski belgelere dayanarak ve dünyanın çeşitli yerlerindeki meraklılar sayesinde eski okçuluk tekniği ve geleneksel donanım imalatı kısa sürede canlanmıştır. Bugünlerde meraklıların ve bilfiil ok atanların sayısı hızla artmaktadır. Yakın gelecekte Türk okçularını, bileşik yayları ve zihgîrleriyle geleneksel okçuluk etkinliklerinde yarışırken görmek şaşırtıcı olmayacaktır.

 


[1] L.N. Gumilöv, Eski Türkler, 1999.

[2] El Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri (çev. Ruşen Şeşen), 1967.

[3] K. Koppedrayer, Kay’s Thumbring Book, 2002.

[4] S.J. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, 1. Cilt, 1994

[5] Ü. Yücel, Türk Okçuluğu, 1999.

[6] C.W.C. Owen, Ok, Balta ve Mancınık Ortaçağda Savaş Sanatı 378-1515, 2002.

[7] Priscus, Historici Graeci Minores (ed. L. Dinorf), 1870.

[8] Raimondo Montecuccoli, Memorie della guerra, 1702; Graf Marsigli, Stato militare dell

‘Imperio Ottomanno, 1732.

[9]  P.E. Klopsteg, Turkish Archery and the Composite Bow, 1947, 2nd ed.

[10] Kabza, yayın ortasındaki kavrandığı şişkince alana denir.  

[11] pişrev oku: tarz-ı has gövdeli, fildişi temrenli ve kısa, yüksek kesit yeleklenmiş menzil oku.

[12] azmayiş oku: tarz-ı has gövdeli, çelik temrenli ve daha uzun, alçak kesit yeleklenmiş menzil oku.

[13] kemankeş, fars kökenli bir kelime olup “yay çeken” anlamına gelmektedir.

[14] Yay çekildiğinde belli bir enerji depolar. Verimlilik, bırakış anında oka aktarılan enerji ile orantılıdır. Ahşap yayların verimlilikleri atılan okun ağırlığı ile artar. Bileşik yaylar ise hafif oklara daha fazla enerji aktarırlar. Türk yaylarının seçici olmayan enerji aktarım kapazitesi için Adam Karpowicz’ in makalesi: http://www.atarn.org/islamic/Performance/Performance_of_Turkish_bows.htm

[15] Ebced: Her Arap harfine denk gelen bir sayı vardı, böylece şair yazdığı şiirde anlatılan olayı tarihlendirebiliyordu. Doğu kültürlerinin resmi tarihçileri bile savaşlar, zaferler, şehzadelerin doğumları vs. gibi önemli tarih olaylarını bildirirken bu metodu kullanıyorlardı.