Posted by admin in on 19th 04 2011
Okçular Adında Bir KöyOkçular Adında Bir Köy Dr. Murat Özveri Fethiye’ye bağlı Dalyan beldesi, doğal ve tarihî güzellikleriyle cezbedici bir tatil yöresi. Bir göl ayağının yanına kurulmuş Dalyan, antik Kaunos şehrinin nekropolünün yanıbaşında yer alıyor. Antik şehrin akropolünü görmek için, sıkı bir yürüyüşle nekropolün arkasındaki dağa tırmanmak gerekiyor. Bu yörenin eski sâkinleri, savunma ihtiyaçlarını düşünerek yükseklere kurmuşlar şehirlerini. Dalyan ise Köyceğiz Gölü’nü İztuzu Plajı ile Akdeniz’e bağlayan göl ayağının kıyısına yerleşmiş.
Eşimle üç yıl üst üste gittiğimiz ve hem kaldığımız otelin sahipleriyle hem yöre insanıyla yakın ilişkiler kurduğumuz Dalyan’da, daha ilk gidişimizden beri zihnimin dikenli tellerine takılan bir şey vardı. Dalaman Havaalanından gelirken, hemen Dalyan’dan önce mavi tabelası önümüze çıkıveren bir köy: Okçular.
Geleneksel okçuluğumuzun canlandırılması için kolları sıvadığımdan beri okçulukla ilgili hemen her şey dikkatimi çekiyordu ve itiraf etmeliyim ki, konuyla ilgili öğrenme isteğim zaman zaman obsesyona dönüşüyordu. Fazlasıyla hoşgörülü olan eşimin tahammül sınırlarını zorlamamak için, ilk yıl bu köyü aklımın bir tarafına yazmakla yetindim. Tatil, her tür düşünceyi akıldan atıp rahatlamak içindi ve bu düşüncelere, normalde zamanımın büyük bölümünü alan okçuluk da dahildi. Bir sonraki sene -2007 veya 2008 olmalı- köyün tabelasının yanından geçip Dalyan’a girerken, kafamın içinde bir tetiğin çekildiğini hissettim. İkinci günün sabahı eşime Okçular Köyü’ne gidip köyün adının nereden geldiğini araştırmak istediğimi söyledim. Onu bir kaç saat yalnız bırakıp köyün kahvesine gidecek, bilgi edinmeye çalışacaktım. Aldığım tepki beklediğimden çok daha iyiydi. Bana yardım etmek istediğini söyledi. O gün öğlen saatlerinde, Okçular Köyü’nin kahvehanesindeydik. Köy kahvesi köyün camiinin hemen bir sokak ötesindeydi. Öğle namazını takiben köyün yaşlıları teker teker kahvehaneye gelmeye başladı. Bölge insanının açık fikirli karakterine rağmen, taşrada genel olarak yabancılara şüpheyle bakıldığından, biz de müphem bakışlara mâruz kaldık. İnsanlar arasındaki şüphe ateşini söndürmenin en iyi yolu rahat bir tavırla lâfa girmektir. Ben de öyle yaptım. O zamanlar, kurucu başkanı da olduğum Okçuluk Araştırmaları Derneği diye bir derneğimiz vardı. Kısaca okçuluk merakımızdan ve derneğimizden söz ettim. Niyetimizin köyün adının kökeniyle ilgili bilgi almak olduğunu söyledim. Yarım saat sonra, yaşı 80’lerde iki ihtiyarla konuşmuştuk ve ikisi de köyün adının kendilerini bildiklerinden beri Okçular olduğundan fazlasını söyleyememişlerdi. Dalyan’a döndüğümüzde elimizde bir şey yoktu. Derken, eşim dâhiyâne bir fikir ortaya attı: Belediyeye gitmeliydik. Orada köy hakkında resmî belgelere ulaşmanın bir yolunu bulabilirdik. Bütün gelişmeler parlak fikirlerlerle başlar, ama devamı için şans lazımdır. Bizim şansımız, karşımıza çıkan ilk odanın kapısını çalıp derdimizi anlattığımız Beytullah beydi. Beytullah bey belediyenin saymanıydı ve ilginçtir, Okçular köylüsüydü. Talebimizi ilginç bulmuş olacak ki, hemen cep telefonuna sarıldı ve Okçular Köyü Tanıtma ve Geliştirme Derneği başkanını aradı. Meğerse, biz daha Okçular Köyü’nden Dalyan’a dönerken, arkamızdan fısıltı gazetesi çalışmış, kulaktan kulağa değişen haber “Ankara’dan gelen genç bir çift köy hakkında bilgi topluyorlar” a dönüşmüş. Bizim dernekten bahsetmiş olmam, bu “kurumsal” yapının arkasında bir şekilde Ankara’nın olduğunu düşünmelerine sebep olmuş anlaşılan. Bir kaç dakika sonra, Beytullah beyin rehberliğinde Okçular’a dönmek üzere yola çıkmıştık bile. Belediye binasına oldukça yakın bir yerde bakkal işleten kardeşine uğrayıp onun mopedini ödünç aldık. Böylece, Beytullah bey kendi mopedinde, arkada eşim ve ben ödünç mopedte, Okçular yoluna düzüldük. Dernek başkanıyla eşi bizi evlerinde karşıladılar ve Anadolu insanının meşhur misafirperverliğine zerre gölge düşürmeyecek şekilde ağırladılar. Demli çay ve ev yapımı nefis kurabiyeler ikram etmekle kalmadılar, güzel bir sohbetin ardından motorlarımıza binerken, bahçelerinden toplanmış bir torba portakalı da zorla elimize tutuşturdular. Başkan bizim mâsumâne niyetimizi öğrendiğinde, gizleyemediği mahçubiyetini de dile getirmişti. “Yabancıların” köylerine duyduğu ilgi belli ki onu gururlandırıyordu, ama köyün isminin kökenini köyün yerlilerinin merak etmemiş olmasından belli bir rahatszılık da duyuyordu. Bize, kısa süre önce Dalyan’a yerleşmiş olan Batılı doğabilimci bir karı-kocanın, bölgenin bitki ve hayvan çeşitlerini araştırıp bir kitapta topladıklarını söyledi. Başkanın evinde yapılan hareket planıyla, Beytullah bey önde biz arkada, köyün yaşlılarını ziyaret etmeye başladık. Yaşı 80’in üzerindeki köy sakinlerini evlerinde ziyaret ediyor, ellerini öpüp rehberimizin de yardımıyla merâmımızı anlatıyor, köyün ismiyle ilgili hikâye, anı vs. toplamaya çalışıyorduk. Her sohbette küçük parçalar halinde, bazen de o ana dek topladıklarımızla çelişen bilgiler geliyor; biz tek ve güvenilir bir hikâye bulmayı ümit ederken birbirleriyle ilgisiz görünen veriler elde ediyorduk. O akşam, kaldığımız küçük otelin restoranında ev sahibemizin hazırladığı nefis yemekleri yerken, elde ettiğimiz verileri cılız bahçe ışıklarının altında kağıda döktüm. Bundan bir yıl önce, Okçular Köyü tabelasını ilk gördüğümde aklıma gelen, burasının bir ocakçı köyü olabileceğiydi. Bunlar, Osmanlı Devleti’nde vergi muafiyeti karşılığında ordunun bazı ihtiyaçlarını karşılayan zanaatkâr köyleriydi. Ocakçı köyleri sefer sırasında geçilen yollar üzerine kurulurdu. Böylece hareket halindeki ordunun yükü azalırdı. Meselâ yeniçeri ordusunun haftalarca yürüyerek geldiği bir menzilde.bir yemenici köyü olurdu. Çünkü askerin ayakkabılarının oraya gelene kadar harap olacağı hesaba katılmış olurdu. Asker yedek yemenileri taşımaz, yeni yemeni ihtiyacını yoldan bu şekilde karşılardı. Osmanlı’nın lojistik dehâsı, muhtemelen cephane için de bazı çözümler üretmişti. Binlerce okçunun ok ihtiyacının bir kısmı sefere giderken yoldan karşılanıyor olabilir miydi? O dönemde “okçu” kelimesi, bugünkünün aksine, ok yapan zanaatkârı da tanımlayan bir kelimeydi. Hattâ ok atan kişi için Osmanlı “tirendâz”, “kemankeş” gibi Farsça tabirleri tercih etmişti. Bölge, bazı balık türlerinin göç yolları üzerinde yer alan doğal bir dalyandı. İstisnâi coğrâfî konumuyla ilişkili zengin floraya, kıyı boyunca kilometrelerce uzanan sazlıklar da dahildi. Kamış, ok yapımı için kullanılabilecek bir malzemeydi. Osmanlılar erken dönemde kamış oklar yapmışlar, sonraları ok hammaddesi olarak ağacın tercih edtmeye başlamışlardır. Erken dönemde kullanılan kamışın, bambu gibi ok yapımına daha uygun bir kamış türü olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak tatlı su kamışları, diğer bir çok kültürde ok gövdesi yapımında kullanılmıştır. Ayrıca kamıştan ok yapmak hızlı, hesaplı ve kolaydır da. Acaba, savaş alanlarında binlercesi atılan harc-ı âlem savaş oklarının yapımında bu tür kamışlar Osmanlılar tarafından da kullanılmış mıydı? Bu aklıma geldiğinde, Dalyan’ın Ordu-yu Hümâyun’un sefer yolları üzerinde olmadığını düşünmüştüm. Bölge, Osmanlı’nın Doğu seferlerinde izlediği rota üzerinde değildi. Oysa sonra kısa bir araştırma gösterdi ki, Kanunî Sultan Süleyman Rodos seferinde Marmaris’i üs olarak kullanmıştı. Marmaris ise Dalyan’dan sadece 80 km uzaktaydı. Her ne kadar bir tam gün süren araştırmamızda bu teoriyi destekler mahiyette bir veriye ulaşamamışsak da başından beri düşündüğüm bu ihtimali de notlarımın arasına yazdım[1]. Yarım yamalak, kulaktan dolma ve birbiriyle tamamen ilişkisiz görünen diğer bilgiler ise şöyleydi: Beytullah beyin yeğeni – o da Belediyede çalışıyordu- babaannesinin kendisine anlattığı bir hikâyeyi aktarmıştı. Rahmetli dermiş ki “Bir zamanlar köye bir adam gelmiş. Bu adam bir dağdan ötekine ok atarmış. İşte köyün adı bu sebeple ‘Okçular’ olmuş”. Bu hikâye bana, tekke okçuluğunun “rahle-i tedrisâtından” geçmiş bir menzil okçusunun, olasılıkla kabza sahibi[2] bir kemankeşin bir zamanlar köye gelmiş olabileceğini düşündürdü. İstanbul’daki Atıcılar Tekkesi’nde yetişmiş ve buraya görevle gelmiş biri deolabilirdi. Belki formunun kaybetmemek için menzil atışı tâlimi yapıyordu. Bir diğer hikâyeye göreyse, buraya gelen ilk Türkmen yerleşimciler, köyü kuracakları yeri belirlemek amacıyla bir ok atmışlar ve okun düştüğü yere evlerini yapmışlar. İşin ilginç tarafı, bu hikâyeyi destekleyebilecek bilgiler de vardı. Meselâ Dede Korkud Kitabı’nda, damadın gerdek çadırını kuracağı yeri attığı bir okla belirlediği hikâye edilir. Onaltıncı yüzyılda yazıya geçirildiği düşünülen Türk dilinin bu en büyük epik eseri, şüphesiz çok daha eskiye dayalı sözlü geleneklerin bir araya toplanmasıdır. Dalyan ve çevresinin Anadolu’nun Türkleştirilmesi sürecinde yörük göçleriyle beslenmesi sebebiyle, Orta Asya’nın çoban-savaşçı yaşam tarzı ve geleneklerinin buraya taşınmış olabileceği düşünülebilir. Okçular Köyü’nün isim babaları bu ilk Türkmen yerleşimciler midir? Bir din-tarım toplumu olarak kurumlarıyla oturacak olan Osmanlı Devleti’nde ok atan kişi” anlamına gelen Farsça tâbirleri henüz kullanmayan, öz be öz Türkçe konuşan yörükler mi köye bu ismi vermişti? Akşam yemeğinde karımla istişâre ederek yazıya döktüğüm bu düşünceler, bizi ertesi gün de Okçular Köyü’ne sürükleyecek motivasyonu oluşturmaya yetmişti. Zaten bizi bekleyen asıl sürpriz, yeni günün ışıklarıyla ortaya çıkacaktı. İkinci günün en önemli ziyareti, köyün en yaşlı kişisi olan Durdu Nene’ye yapıldı. Adıyla müsemma bu tatlı ihtiyar 102 yaşındaydı ve “biraz ağır işitiyor” olması dışında sağlığı yerindeydi. Beytullah beyle akrabalık ilişkisi de olan aile, bizi evlerinin bahçesinde kabul etti. Artık iki büklüm olmuş Durdu Neneyi, paket gibi taşıyarak getirdiler, kapının hemen girişine, yere koydular. Bir yüzyılı devirmiş ve kaba bir hesapla 1900’lerin ilk yıllarında doğmuş olması gereken bu ihtiyara üst üste sorular sormaya başladım. Amacım, köyün daha eski bir adı varsa onu öğrenmek ve eğer anılarında köyde ok-yay kullanımına dair bir anı varsa, bunları tespit etmekti. Eski yılları gayet iyi hatırlayan Durdu Nene, çocukluğundan beri köyün adının bu olduğunu söyledi. Ama ok-yay kullanımıyla ilgili sorularım canını çok sıkmış olacak ki, beni hafifçe azarlayarak “Be oğlum! Hiç mi çocukken oynamadın ok yayla? Te işte öyle yaylar yaparlardı. Söğüt dalından yaparlardı. Kuş filan vururlardı” diye bağladı konuşmayı.
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde, bizden sadece bir nesil öncesine kadar gelen bir uygulamaydı okla kuş avlamak. Özellikle Karadeniz bölgesinde “zembildek” veya “kundak” adı verilen kundaklı yaylar (arbalet) ile kuş avlanıyordu. Burada da okla kuş avının izlerini bulmuştuk. Ama Durdu Nenenin anılarında aradığım şey bu değildi. Böyle bir yaşayan tarihten de tatmin edici bilgi alamamanın hayal kırıklığıyla izin isteyip ayrılmak üzereyken , Durdu Nenenin kızının damadı “Sen boradaki ok daşını gördün mü?” diye soruvermez mi? Bu soru kafamda kıvılcımlar çaktırdı. Kısacık bir an boyunca, köyün bir yerlerinde bir menzil taşı, buralardan menzil okçuluğu yapılmış olduğuna dair bir kanıt bulurum ümidi doğdu. Ben heyecanla “Nerede o taş?” deyince, damat rahat bir tavırla döndü, oturduğum sandalyenin bir kaç metre arkasındaki bahçe musluğunu işaret etti ve “Aha, işte çeşmenin hemen yanında” diye ikinci golü atıverdi. Hızla yerimden fırlayıp bahçe musluğuna seyirtirken, bu “ok daşı”nın menzil taşından farklı bir şey olduğunu anlamıştım. Zaten, İstanbul Okmeydanı’nda bir kaç menzil taşının Eskitürkçe kitâbeleri sebebiyle mezar taşı sanılarak Kulaksız Mezarlığı’na taşındığını biliyordum. Köylünün “ok taşı” diye tanımladığı taşın üstünde, kimsenin okuyamadığı Eskiyazı bir metinden fazlası olmalıydı. Düşüncelerin kafamın içinde şimşek hızıyla at oynattığı bir kaç saniyenin sonunda, Okçular Köyü’nün adıyla ilgili bütün bu spekülasyonlara bir yenisini ekleyecek olağanüstü bir şey gördük: Üzerinde belirgin bir ok ve yay kabartısı olan, dikdörtgen şeklinde kesilmiş mermer bir taş blok! Daha ilk bakışta Türk yerleşiminden çok önceye, muhtemelen de Helenistik döneme ait olduğu belli olan bu blok, eşimi ve beni çok heyecanlandırdı. Bir yandan taşın fotoğraflarını çekmeye çalışırken, bir yandan da taşı nereden bulduklarını sormaya başladım. Aldığımız cevaplar bir sürü başka soruların doğmasına sebep oluyordu. Taşın nereden geldiği sorusunu, “Daşçıkan Darlasından çıkdıydı. Aldık, getirdik buraa” diye yanıtladılar. Biraz deşince, insanın kanını donduran bir gerçekle karşılaştık. Köyün hemen kenarında, köylünün sıklıkla mermer parçalar buldukları bir arazi varmış. Yerliler buraya “Taşçıkan” adını takmışlar. “Hattâ” diye devam etti damat bey “Geçenlerde Alaman mıdır, İsviçreli midir bi gâvur geldi. Gocaman bi daşı da aldı götürdü”. Sitemkâr sordum: “Yahu, biriniz demedi mi; birader ne yapıyorsun, nereden geldin, kimsin diye?” Dedi ki damat “Yok! Elinde harita filan vardı. Geldi, eliyle koymuş gibi buldu zaten”. Yıllardır cehâlet ve vurdumduymazlığımızdan çektiğimiz acı bir kez daha gözler önüne seriliyordu. Durdu Nenenin evinden, fotoğraf makinamızda “Okdaşı” nın bir kaç poz fotoğrafı ve içimizde büyük sıkıntıyla ayrıldık. Sonra, Beytullah beyin mopedinin peşine takıldık, Taşçıkan Tarlası’ını görmeye gittik. Hemen yanında, belki de bir höyük olan alçak ve yayvan bir tepe bulunan, diğerlerinden ayırd edilemeyecek bir toprak parçası. Devletten veya başka kurumlardan ne bir gelen olmuş, ne araştıran, ne de kafasına esip de elde harita buradan bazı taş blokları götürenlere dur diyen! Türkiye’nin gerçeklerini kanıksamış vaziyette Dalyan’a döndük. Tatilimizin geri kalan bir kaç gününü, İstanbul’daki günlük hayatımızın düşüncelerinden uzaklaşarak geçirdik. Ama Okçular Köyü hakkında devamlı konuştuk, kafa patlattık, teoriler ürettik. Daşçıkan’dan getirilerek Durdu Nenenin bahçesine konan taşın üzerindeki kabartma, köyün adıyla ilgili arayışımıza yeni bir boyut getirdi, yeni teorilerin, yeni spekülasyonların doğmasına sebep oldu. Eğer bu taş Helenistik döneme aitse, akla şunlar geliyordu: Antik Yunan’da ok ve yay savaşlarda çok tercih edilen bir silah değildi. Ağır piyadeden oluşan Yunan orduları ağır mızrak ve kısa bir kılıçla silahlanmış, miğfer ve kalkan kullanarak göğüs göğüse çarpışan askerlerden oluşurdu. Attika[3] vazoları üzerindeki figürlerin elinde görülen “M” şekilli ve “Kupido yayı[4]” diye bilinen yay, Yunanlıların İskitlerle karşılaştıktan sonra tanıyıp benimsedikleri bir kompozit yaydı. Ama yayın bir silah olarak kullanımı Kuzey’deki Yunan kentlerinden ziyâde Anadolu’daki sitelerde tercih edilmiştir. Apollon ve kız kardeşi Artemis gibi okçu ve avcı sıfatlarıyla ön plana çıkan Tanrıların Anadolulu olmaları da bundan olsa gerektir. Nitekim, Antik Kaunos’un dahil olduğu Likya Federasyonu’nun bir diğer şehri, bugün Fethiye yakınlarında yer alan Letoon’dur ve adını bu Tanrı ve Tanrıça’nın anneleri olan Leto’dan alır. Troya şehir devletinin antik çağlarda okçularıyla ünlü olduğu bilinmektedir. Akha-Troya Savaşını anlatan meşhur İlyada Destanı’nda, Akha’ nın yenilmez kahramanı Akhilleus’un Paris tarafından topuğundan okla vurularak öldürülmesi de, yayın Anadolu Yunanlıları arasında revaçta bir silah olduğunun sembolik ve şâirâne anlatımı değil midir? Okçular Köyü Türkmen ve yörük yerleşimcilerden önce, taa Helenistik dönemde, okçulukla ilgili bir özelliği sebebiyle aynı adla anılıyor olabilir miydi? İnsanın hayalgücü olasılıklar üretmekte neredeyse sınır tanımıyor. Gözümde, Orta Asya’dan çıkıp Anadolu’yu geçerek Akdeniz kıyılarına ulaşan Türkmenlerin, Apollon ya da Artemis’e adanmış bir tapınağın duvar kalıntılarındaki ok-yay tasvirlerini hayranlıkla seyrettiği bir sahne canlanıyor. Dalyan’ın Okçular Köyü, bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış bir toprak parçası olarak, adının arkasında sırlar saklıyor. Okçuluğun en az 15.000 yıldır insanlık tarihinin parçası olması ve bütün bu süre içinde , hemen her kültürde önemini koruması, bu esrar perdesinin aralanmasını zorlaştırıyor.
[1] O sene numune olarak bir kaç kamış kesip İstanbul’a getirdim. Bunları serin bir ortamda kurumaya bıraktıktan sonra, ok gövdesi olarak kullanmayı denedim, ama çok kırılgan olduklarını gördüm. Ancak bir sonraki yıl Dalyan’a gittiğimde, kamışların “dişi” ve “erkek”lerinin farklı fiziksel özelliklere sahip olduğunu, meselâ sepet örenlerin dişi kamışları kesip kullandıklarını öğrendim. Gerek bu durum, gerek bölge ikliminin ok gövdesi olmaya daha uygun kamış türlerini yetiştirmeye müsait olduğuna inanmam, hâlâ ocakçı köyü teorimin araştırılması gerektiğine dair düşüncemi korumama sebep oluyor. [2] İstanbul Atıcılar Tekkesi’ne intisâb edip pişrev okuyla 900 gez, azmâyiş okuyla 800 gez mesafeye ok düşürenler, törenle pîrlerinin elinde bir yay alırlar, adları Tekke Sicil Defteri’ne kaydedilirdi. Böylece “defterli” ve “kabza sahibi” olmuş olurlardı. [3] Yunanistan’da Atina, Doğu Attika, Batı Attika ve Pire’yi içine alan 13 idâri birimden biridir. [4] Kupido, Yunan Tanrılar panteonunda Eros adıyla bilinen Aşk Tanrısının Roma versiyonudur. Attığı oklarla insanların yüreğine aşk ateşini düşürdüğüne inanılan ve tombul bir çocuk olarak resmedilen Kupido, özellikle Rönesans Avrupa’sındaki dinî konulu resimlerdeki melek sterotipine temel oluşturmuştur. |